6 Şubat Depremlerinin üzerinden tam olarak 1 sene geçti. Anaakım Türkiye siyaseti, deprem sonrasında deprem bölgesini ve depremzedeleri konuşmak yerine belediye seçimleri için yaratılan suni gündemler peşinde.
“İmar barışı” döneminde Çevre ve Şehircilik Bakanlığı yapan ve şu anda AKP’nin İBB adayı olan Murat Kurum’un yakın zamanda verdiği röportajda 6 Şubat Depremlerinde vefat eden yurttaş sayımızın 130.000 olduğunu “ağzından kaçırdığı” kamuoyunca tartışılan bu günlerde; depremde yerle bir olan Hatay’da yıkılan binalarda sorumluluğu olduğu tartışılan belediye başkanı Lütfü Savaş’ın tekrar CHP’den aday olarak gösterilmesi, düzenle tüm bağlarını koparmış, gücü hedefleyen, ilkeli bir siyasetin Türkiye için ne kadar gerekli olduğunu bir kez daha ortaya koyuyor.
6 Şubat’ta meydana gelen depremler ve etkileri yalnızca yaşanan felaketin büyüklüğünün yansıması değil, bir deprem ülkesi olan Türkiye’de sermayenin çıkarları uğruna insanları ölüme sürüklendiğinin ve onca sorumlu olmasına rağmen sorumluların yargılanmadığının, sermaye birikiminden yararlanan müteahhit-bürokrat üst sınıfının adeta bir sınıf bilinciyle nasıl “kendinden olanı” koruduğunun, kentsel dönüşüm projelerinin ve deprem planlamalarının nasıl rant kapısı haline gelerek işlevsizleştiğinin ve nasıl halkın canının hiçe sayıldığının tekrardan gözler önüne serildiği acı bir tablodur.
Türkiye, 25 senedir deprem konusunda bir kısır döngü içerisinde sıkışmış durumda. Her büyük deprem sonrası yaşanan yıkımlar kamuoyunda acıyla ve tepkiyle karşılanırken, siyasi aktörler halkı rant uğruna yetersiz binalarda ölüme sürükleyen iktidar-sermaye ilişkilerine dikkat çekmiyor. Deprem üzerine yapılan değerlendirmelerde alınması gereken önlemler ve yapılan yanlışlar tekrar ve tekrar konuşuluyor. Ancak bu önlemlerin neden alınmadığı, yapılan yanlışlara neden bu denli göz yumulduğu hususu havada kalmış vaziyette.
Depremin yarattığı sonuçların sınıfsal boyutu bilerek gözardı edilmekte. Depremden etkilenen bölgelerde özellikle yoksul kesimin ve Türkiye’de “günah keçisi” ilan edilmiş göçmenlerin temel ihtiyaçlarını dahi gidermekte sorunlar yaşanırken, yıkılan binaların müteahhitleri kanlı paraları ile yurtdışına kaçmaya çalışırken yakalanıyor ve birkaç ay içerisinde geri serbest bırakılıyor. Peki, hangi ilişkiler vasıtasıyla, nasıl bu hale gelindi?
Türkiye’de kentsel planlama 1980 sonrasında Türkiye’de ve Dünyadaki ekonomik modelin değişerek neoliberal ekonomiye geçiş sürecinde büyük değişikliklere uğramış, günümüze gelene kadar kentler yoğun sermaye yatırımlarından yararlanmak için büyük bir dönüşüme girmiştir. 24 Ocak kararları sonrası serbestleşen ekonomide sermaye kentleşmeye yön vermeye başlamış, kentlere yapılan yatırımların büyük bölümü özel sektöre verilen ihaleler yoluyla gerçekleşmiştir. Bu süreç içerisinde Türkiye’de 3194 sayılı İmar Kanunu 09.05.1985 tarihinde yürürlüğe girmiş ve imar yetkileri merkezi yönetimden yerel yönetimlere devredilmiştir. Yerel yönetimler de sermayenin çıkarlarına uygun hareket ederek kamu yararını gözetmek yerine kaynak yaratarak sermaye birikiminden pay almaya çalışmıştır.
Süreç AKP’nin iktidara geldiği 2000’li yılların başında hızlanmaya başlamış, devlet gayrimenkul ve inşaat sektörlerini teşvik etme politikası izlemiş, bu politika çerçevesinde 2004-2005 yıllarında uygulanan Yerel Yönetim Reformu ile İl Özel İdare ve Belediyeler mevzuatında yapılan düzenlemeler ile yerel yönetimlerin etkisi daha da arttırılmış, Oluşan kapitalist furyada 5 yıldızlı oteller, AVM’ler ve iş merkezleri şehirleri işgal etmiş, özellikle işçi sınıfının yaşadığı mahallelerde yoğun olmak üzere çarpık kentleşme ve depremin getirdiği riskler gözardı edilmiş ve 99 depreminin yıkıcı etkisine rağmen imar afları seçim dönemlerinde “imar barışı” adıyla pazarlanmış, deprem toplanma alanları imara açılmış, deprem gerçeği ve toplumun özellikle alt kesimleri deprem tehlikesi karşısında adeta kaderine terk edilmişti.
Güvensiz ve niteliksiz bina sorunu, esasen bilinçli neoliberal ekonomi politikalarının bir sonucudur. Söz konusu politikalar aşırı kârları güvence altına alıyor, aşırı kârların güvence altına alınmasıysa insan yaşamının, daha doğrusu işçi sınıfının yaşamının değersizleşmesine neden oluyor. Türkiye’nin 20 yıllık inşaatla büyüme motivasyonu, bilinçli olduğu kadar sonuçları hesaba katılmış bir kapitalist saldırıdır. Çünkü bir devletin hem birincil sorunu hem de egemenliğinin temeli, elindeki nüfusu yaşam içinde nasıl örgütleyeceğidir. Ne kadarının çalışacağı, yedek işgücü oluşturacağı, savaşacağı, aç kalacağı ya da öleceği merkezi önemdeki bir politikadır. Dolayısıyla 6 Şubat depremlerinin tarihi, devlet ve sermayenin kârlı, ve bir o kadar da kanlı tarihi demektir.
Şehir merkezlerinin planlanmasında ve yapılaşmasında deprem riski dikkate alınmamış, hatta Antakya örneğinde de görüleceği üzere merkezlerdeki zeminin yerleşime uygun olmayan alüvyondan oluştuğu ve fay üstünde olduğu bilinmesine rağmen bu gibi yerlerde yapılarda sıkı denetimler yapılmamış, Türkiye’nin her yerinde müteahhitler ucuz beton kullanarak insan canını hiçe saymışlardır.
Son 25 yılda depremler sonrasında açılan davalarda sorumlu müteahhitlerin büyük bir bölümü ceza almadı, kamu görevlilerine açılmış olan davalar ise sonuçsuz kaldı.
Konuyla alakalı yargıtay ve ilk derece mahkemesi kararlarına bakıldığında yapılan yargılamaların genellikle aynı çerçevede tutulduğu anlaşılıyor, müteahhitlere ve fenni mesullere açılan davalarda sanıklar ‘bilinçli taksirle ölüme neden olmaktan” yargılandı. Ceza ile sonuçlanan dava sayısı epey düşük iken, verilen cezaların bir çoğu ertelendi. Kamu görevlilerinde ise kanuna ve yönetmeliğe uymayan yapılara ruhsat veren belediye başkanları ve bu sürece göz yuman memurların yalnızca görevi kötüye kullanma ve özen yükümlülüğünü yerine getirmeme suçlarından yargılandığı ve bir kaç örnek dışında yapılanın yapanın yanına kar kaldığı görülebilir. Oluşan tabloya baktığımızda, yargı organlarının ve mevcut hukuki düzenlemelerin zaten sermaye sınıfı karşısında ezilmekte olan işçi sınıfının hakkını koruyamadığı gibi ölümlerini de doğallaştırdığı, suçluları gizlediğini görüyoruz. Bu nedenle Türkiye’de hukuk, (diğer pek çok şey gibi) gittikçe güçsüzleşen işçi sınıfını daha da ezmeye, onu hareketsiz kılmaya sınırlı bir yaşamın içinde tutmaya yarayan etkili bir araç hâlini almıştır.
Mevcut yasaların yetersizliği de yargıda oluşan sonuçsuzluğun sebeplerinden bir tanesi. Konu hakkında bir düzenleme yapmaktan kaçınan iktidar ve bu konuda yeterli baskıda bulunmayan muhalefet de ölen yurttaşlarımızın hesabını sormak yerine deprem sorununu ve çözüm önerilerini iç siyasete yönelik bir aparat olarak kullanıyor.
6 Şubat Depremleri sonrası ise yapılan soruşturmalar çoğunlukla müteahhitlere ve fenni mesullere yöneltildi, ancak yıkılan binaya inşaat ruhsatı veren belediyeler ve depremden etkilenen illerin belediye başkanlarının haklarında açılmış bir soruşturma dosyası yok. Biz buradan soruyoruz, bu ruhsatları kim,ne şekilde verdi? kimlerin haberi vardı? yıllarca bu binalara ruhsat veren belediyeler ve her seçim öncesi imar affı uygulayan hükümet yıkılan binalardan sorumlu değil midir?
Devlet, deprem için alınan önlemleri sıkı sıkıya takip etmek ve yaşanan ölümler sonucu yargı mekanizması aracılığıyla sorumluların her birine hak ettiği cezayı vermek yerine kamuoyunda konuyla ilgili oluşan infiali azaltmak çaba harcıyor. Yaşanan ölümlerin sorumluluğunu üstünden atmaya uğraşan egemen sınıf, canını hiçe saydığı işçi sınıfına ve tüm topluma hesap vermek yerine düzeni küçük değişiklikler ile aynı şekilde devam ettirmenin uğraşı içerisinde.
Aslında bu uğraş daha depremin ilk günlerinde özellikle sosyal medyada kendini göstermişti. Yaşanan kriz ve organizasyon eksikliği, ordunun depreme müdahale etmesi gerektiği konusu sosyal medyada tartışılmaya başlanmış ve iktidara tepkiler yoğunlaşmıştı ki birden bire gündem değiştirmek adına temel ihtiyaçlarını gidermek için marketlere giren depremzedelere “yağmacı” yaftası yapıştıranlar, göçmenlere yönelik asılsız iddialarda bulunanlar, ihmaller konuşulurken sırası değil diyenler ortaya çıktı. Sonraki süreçte de bu kişiler ve bu söylemleri sahiplenen siyasi çevreler sorumlular hakkında çıkıp hiçbir şey söylemedi. Daha sonrasında kontrolü ele alan iktidar medyası ve iktidara yakın hesaplar tarafından depremin büyüklüğüne dikkat çeken içerikler paylaşıldı. Sorumluların ortaya çıkarılmasını talep eden gündem dağıtıldı.
Daha sonrasında Türkiye’nin geri kalanı Cumhurbaşkanlığı seçimini gündeme alırken,depremden aylar sonra depremzedeler halen temel ihtiyaçlarını karşılamakta zorlanıyordu. 1 sene sonrasında bugün bakıldığında AKP-MHP iktidarının bir adım geriye gitmemiş olması ve depremlerde yaşananlar üzerine hiçbir baskı hissetmemesi, AKP-MHP iktidarının çizdiği sınırlara, yaratılan algı operasyonlarına nasıl teslim olunduğunun ve siyasetteki çözümsüzlüğün tezahürü.
Bu noktada bu ablukayı kıracak ve yeni bir söylem üretecek yegane güç sosyalist siyasette bulunuyor. Tüm Türkiye’ye dayatılan düzen siyasetinin dışına çıkarak özellikle isimleriyle birlikte 6 Şubat Depremi’nin sorumluların hesap vermesi vurgusuna yoğunlaşılması, sorumlu yerli sermayenin yerel ve merkezi yönetimlerle ilişkiler ağının ifşa edilmesi deprem tartışmalarını toplum nezdinde sınıfsal bir zemine yerleştirebilir ve yıkılan kentlerin yeniden inşası ve İstanbul, İzmir gibi şehirlerde yapılan kentsel dönüşüm çalışmaları noktasında rant karşıtı etkili bir sınıf siyaseti ve söylem üretilebilir. AKP-MHP iktidarının ihmalini ve sorumluluğunu tartışma konusu haline getirmek, toplum hafızasını diri tutmanın yanında özellikle deprem mağduru kitlelerin örgütlenmesinde kilit bir rol oynayabilir.
Bu halkı çeşitli araçlar ile etkisi altına alarak güçsüzlüğe, umutsuzluğa ve yalnızlığa sürükleyen, hesap sormamızı istemeyen, sevdiklerimize ve bize enkaz altında ölümü layık gören bu düzeni değiştirmek, işçinin, emekçinin, gençlerin ve toplumun tüm ezilen kesimlerinin birleştiği bir sınıf mücadelesi ile mümkün. Bizler patronlar ve işbirlikçi siyasetçilerle bize dayatılan bu ölüm döngüsüne razı olmayacak ve göz göre göre yapılan ihmallerle öldürülen yurttaşlarımızın hesabını sormaya, depremzedeler ile dayanışmaya ve birlikte sınıf mücadelesine omuz vermeye devam edeceğiz.