Üniversiteler kimin: Neoliberal üniversite ve baskı yöntemleri – Şevval Sarı

Gençliğin her gün yaşadığı sorunlar ne kısa vadeli ne de bireysel çözümler arayan sorunlardır. Hedefimiz gençlerin sadece bugün yaşadıkları sorunlara dair değil kendilerini bekleyen hayatın her aşamasında sesini yükseltebileceği bir mücadeleyi örmek. Bu mücadele ancak öz örgütlenmeyle mümkün. Genelde gençlik özelde üniversite gençliği mücadelemizin doğal parçaları, hedefimiz hayatına kendisi yön vermek isteyen gençliğin örgütlü mücadelesini her zaman bir adım ileri taşımak.

Türkiye’de AKP döneminde her ile en az bir üniversite açma politikasıyla beraber 208 üniversiteye ulaşıldı. Biz elitist bir yerden “bu kadar insanı üniversiteye niye alıyorsunuz” demeyiz tabii ki. Ancak sermaye-devlet işbirliğinin hayrımıza işler yaptığını düşünecek kadar da saf değiliz.

Bu açılan üniversitelerin açılmasının ardındaki bizim hayatlarımıza rağmen alınan işgüzarca kararların sonuçlarını yaşıyoruz. Niteliksiz eğitimiyle gençleri bir süre oyalayan bu üniversiteler, kuruldukları illerdeki sermayedarların ve esnafların ceplerini doldurmaktan başka bir işe yaramıyor. Bu üniversitelerin yokluğunda ya genç işsiz olarak istatistiklerde anılacak olan ya da güvencesiz işlerde sömürülecek olan genç kitleler, sermaye-iktidar rejiminin iş sağlayamayacağı kadar geniş olması nedeniyle üniversitelere tıkıldı. Bu öğrencilerin ailelerinden normal şartlarda yapmayacakları masraflar yapmaları istendi. Çocuklarını başka şehre gönderen ailelerden kira, yiyecek, içecek masrafları karşılanması istendi. Çocuklarının üniversiteye gitmesini gelecek açısından bir yatırım gibi gören aileler bu masrafları karşıladı. Ortalama 5 yıl, hayatları boyunca çalışarak edindikleri birikimleri bu yatırım uğruna feda eden ailelerin yanı sıra öğrenciler kafelerde, barlarda, garson, kurye olarak çalışmak zorunda bırakıldı. 5 yıl boyunca okuyan öğrenci üç kuruşa uzun saatler çalıştırıldı, ailelerinin birikimlerine kira ve bütün masraflar yoluyla çöküldü ve sonucunda öğrenci için koca bir işsizlik belirdi. Aile birikimlerini yağmalama aracı haline gelmiş üniversitelerde öğrenciler ve aileleri bu koşullara boyun eğmek zorunda kaldı ve ses çıkarmadıkça bu böyle devam edecek.

Ülkedeki yüzlerce üniversitedeki, yüzlerce bölümün yüzbinlerce öğrencisi için durum genel olarak budur. Örneğin 2018 yılında o yılın Felsefe mezunları 20 bini bulurken yalnızca 111 atama yapıldı. Bu durum yıllar içinde değişmiyor. Ülkenin yıllık olarak 20 bin felsefeciye ihtiyacı olmadığı bilinmesine rağmen, göz göre göre hayaller satıldı, işçi ailelerin birikimlerine çöküldü, gençlerin 5 yıllık zamanları çalındı ve birçoğu güvencesiz, sigortasız, sendikasız uzun saatler düşük ücretlerle çalıştırıldı.

Sol cenahlar ve düzen muhalefeti tarafından bu ve benzeri meselelere “devlet planlaması yok, liyakat yok” gibi basit eleştiriler geliyor. Ancak hayır kapitalist devletin planlaması bu şekildedir. Koca devletin planlama yapmadığını düşünmek saflıktır, kim için plan yaptığını düşünmemek de öyle. Bu burjuva kavramları benimsememek ve gençliğin durumunu doğru tahlil etmek gençliğin bağımsız mücadelesini oluşturmak için ilk görevimiz.

Bu üniversite modeli, kapitalist aşamanın üniversiteye biçtiği nitelikli işgücü yetiştirme amacından bile sapmıştır. Ancak düzen muhalefetinin anlamadığı, anlamak istemediği üzere bu model Türkiye kapitalizminin ihtiyaçları doğrultusunda şekillenmiştir. 

Ancak iki elin parmaklarını geçmeyen bazı üniversiteler ve yine iki elin parmaklarını geçmeyen bazı bölümlerin dışında kalan Türkiye çapındaki geniş kampüslerin öğrencileri kaybolan hayallerinin ve boşa giden yatırımların ardından bölümleriyle alakasız işçilik biçimlerine hazırlanmaktadır.

Bu kitlelerle mücadeleyi örmeli hayal kırıklıklarının ardındaki sermaye-devlet işbirliğini anlatmalıyız. Nitelikli üniversitelerde giriştiğimiz daha demokratik ve ekonomik eksenli mücadeleler devam etmeli ancak kaybedecek bir şeyi olmayanlar Türkiye’nin dört bir yanındaki üniversitelerde hayal kırıklıkları olan öfkeli öğrencilerdir. Bu kitlelerin siyasetini taşıyan doğrudan ilişkiler kurmalı, hayatlarını üzerine inşa edecekleri bir mücadeleyi onlara ulaştırmalıyız.

Bu geniş kitlenin rahatsızlıklarını gören devlet bu noktada seslerini çıkarmalarını engelleyen baskı yöntemlerini devreye sokuyor. Örneğin geçtiğimiz sene mahkemeler tarafından defaatle test edilen en düşük cezanın artık kınama olduğu, soruşturma hocalarının rektörlük tarafından belirlendiği yeni YÖK Kanunu. Ancak bu baskılamanın salt YÖK Kanunu ile sınırlı olmadığını görmemiz gerekir. Bulunduğumuz üniversitelerde hakkımızda soruşturma açılıp sonuçlanasıya kadarki süreçte devletin diğer baskı yöntemleriyle karşı karşıya kalıyoruz. Devlet destekli faşist çeteler tarafından saldırıya uğruyoruz, bu sırada bizim can güvenliğimizi koruduğunu iddia eden polisler üniversitelerimize girip bizi gözaltına alıyor. Gözaltına almadığı zamansa faşist çetelerle iş tutup hangi saatte ne taraftan okula gireceğimiz haber ediliyor çeteler tekrardan üzerimize salınıyor. Gün sonunda da yurtlarımızdan atılıyor yurdu 24 saat içinde boşaltmamız gerektiği söyleniyor. Eğer ki sesimizi çıkartmaya devam edersek de ailelerimiz aranıyor, tehdit ediliyoruz.

Bütün bu süreç baktığımızda hukuka uygun gözükmeyebilir. Ancak hepsi hukuka uygundur. Eğer değilse daha önceleri de yapıldığı gibi YÖK Kanunu değiştirilir, hukuka uygun hale getirilir. Çünkü hukuku sınıf mücadelesinin düzeyi belirler. Bugün ise bir yenilgi döneminde olduğumuzdan dolayı hukuku şekillendirme gücü ezen sınıftadır. Bu sebeple hukuka bel bağlamamamız gerekir. Fakat biz mücadele edersek tıpkı Bağımsız Maden-İş’in yasa çıkarttırması gibi hukuku şekillendirme gücüne haiz olabiliriz. Bu sebeple mücadelemiz mahallelerimiz, üniversitelerimiz  sömürüye boyun eğmeyen gençlerin, anti-emperyalist mücadelenin, gençliğin özgürlüğünün ve bağımsız siyasetinin mekanı olana kadar durmayacak!