Kamçısını sırtında taşıyan öğrenci – Harun Arslan, Demir Karabacak

2000’lerin ilk yıllarında başlayan “her ile bir üniversite” anlayışıyla ülkemizde ivme kazanan diplomaların değersizleşme seyri sonucunda yükseköğretim sayesinde yoksulluktan kurtulmak hiç olmadığı kadar uzak bir ihtimal. 15-29 yaş arası eğitim-öğretime kayıtlı olmayan gençlerin işsizlik oranı 2005’de %43.58’ken 2021’de %28.69’a düşmüş. Görülen düşüşün müthiş bir ekonomik atılımdan kaynaklanmadığını 4 katına çıkan üniversiteye kayıtlı öğrenci sayısından görebiliriz. Dolayısıyla iki yüzdelik dilim arasındaki %20’lik kitlenin bugün eğitim kaliteleri tartışmalı taşra üniversitelerinde veya apartmandan bozma özel üniversitelerde olduğunu tahmin etmek çok zor bir iş değil. Yeni açılan devlet üniversiteleriyle yüksek öğrenime erişebilmiş çoğunluğu yoksul ailelerden gelen öğrenciler içinse çoğunlukla tek barınma ihtimali KYK yurtları, birincil geçim kaynağı ailelerinden aldıkları destek ve/ya KYK kredileri oluyor. Diplomasızlığın kesin yoksulluğuna karşı güvenceli ve yoksulluk sınırı üstünde bir maaşla çalışmaya dair cılız da olsa bir umut beslemek isteyen gençler aile birikimlerinin ve yıllarının KYK, özel yurt sahipleri, ev sahipleri veya devlet, özel fark etmeksizin üniversiteler tarafından yağmalanmasına göz yummak zorunda kalıyor. Ancak yine de neslimizin önemli bir kısmını mezuniyetten sonra  “öğrencilik” adı altında çekilen sefaletin bir anlamı yokmuş gibi güvencesiz işler, kıt maaşlar, bölümleriyle alakalı olmayan işler bekliyor.  Bir başka deyişle bazılarımız için yoksulluktan çıkış kapısı olma işlevini hala devam ettirse de kitleselleşen üniversiteler yoksul ailelerden gelen öğrencilerin genç işsiz saflarına katılmasını veya güvencesiz işlere tamah etmesini geciktirmek görevini üstleniyor.

Öncelikle öğrencinin düzgün bir eğitim hayatı yaşaması için temel ihtiyaçlarını karşılaması gerekiyor. Ancak öğrencinin güvenli bir şekilde barınmasını ve beslenmesini garanti altına alması gereken KYK’nın yurtlarındaki durum tüm kamuoyunun malumu. Envai çeşit böcekli, kıllı, camlı, çivili yemekleri yerken öğrenciler zehirlenmemeyi umuyor. Bir sıra arkadaşımızın ölümüyle KYK’nın ciddiye almaya başladığı yurt asansörlerine öğrenciler korka korka biniyor. Yurt kapasitesi sorununa dahice bir çözüm olarak sundukları kapasite artışı sonucunda 8 kişiye kadar çıkan odaları öğrenciler farelerle, hamam böcekleriyle, tahtakurularıyla paylaşıyor.

Sadece borçlandırmak konusunda kapsayıcı olan KYK’nın kredileriyle öğrenciler borçlu mezun oluyor. Bugün 4 öğrenciden 1’i KYK’ya borçlu olarak okuyor.

Darbe mirası , devletin kademeli olarak sosyal harcamalarını kısmayı hedefleyen neo-liberal politikaların bir meyvesi olan özel üniversiteler ise yükseköğretimde eşitsizliğin anıtı gibi E-5 kenarlarında veya eski hazine arazilerinde karşımıza çıkıyor. Bu üniversiteler zengin ailelerin eğitim başarısı düşük çocuklarını kollarını açarak bekliyor. Aynı zamanda çocuklarını en azından diploma sahibi yaparak iş piyasasının rekabetçi batağında avantajlı kılmak isteyen orta sınıf ailelerse bu üniversiteler tarafından cezbediliyor. “Vakıf” üniversitesi olarak tanımlanan bu üniversitelerde öğrenciler müşterileşiyor, eğitim yerine kâr ön plana çıkıyor. Başka bir deyişle bir “start-up” cenneti veya holdinglerin sürekli istihdam kaynağı olmak için rekabet eden özel üniversiteler aynı şirketler gibi gelirlerini azami, giderlerini asgari seviyeye getirmeye çalışıyor.

Devletiyle özeliyle üniversiteler kitleselleşse ve daha geniş kitlelere yüksek öğrenim imkanı açılsa da ortada bir eğitim eşitliğinden bahsetmek mümkün değil. 5 yılda bir baştan yazılan ÖSYM sınav sistemlerinde başarılı olmak ailenin dershaneye vereceği parayla lise öğrencisinin çalışmak zorunda olup olmamasıyla belirleniyor. Çocuk emeğinin yasallaştırıldığı MESEM’lerde haftanın 4 günü çalışan meslek lisesi öğrencilerinden bir eğitim başarısı beklenemeyeceğini herkes biliyor. Pandeminin bıraktığı yaralarsa hâlâ neslimizde okunabiliyor. Ülkenin gelir dağılımına bakılmadan geçilen uzaktan eğitim sonucunda eğitimin her aşamasında kalite öğrencinin elinde bir elektronik cihazın (varsa) kalitesine göre belirlendi. Belirttiğimiz örnekte kristalleşen eğitim sisteminin yapısal engellerini medya her yıl Temmuz ayının vazgeçilmezi “Çoban birinci oldu” haberleriyle maskelemeye çalışıyor. Bütün engelleri aşıp üniversiteye girebilen yoksul çocuğu öğrenciyi ise diploma enflasyonu bekliyor. Niteliksiz üniversiteler ve kitleselleştikçe anlamsızlaşan diplomalar, üniversitelerin açıldığı küçük şehirlerdeki esnaflardan ve özel yurt müdürlerinden başka kimseye yaramıyor. Diploma enflasyonu öyle bir hal almış durumda ki TÜİK verilerinde dahi 2006-2022 yılları arasında ilköğretim mezunlarının ortalama ücret artışı üniversite mezunlarından 1,5 kat daha fazla. Ancak ücret artışı derken yanıltıcı olmayalım, üniversite mezununun ortalama ücretinin alım gücü 2006’dan 2022’ye yüzde 30 azalmış durumda.

Şirketlerin ince eleyip sık dokuyarak yoksulluktan kurtulma imkanı sunduğu işlere girebilecek azınlığın arasına girmek içinse en seçkin üniversitelerin diplomaları dahi yetmiyor. Öğrencilerin belirsiz geleceklerinde değersiz diplomalarına değer katabilmek için staj adı altında aylarca emeklerini sömürtmeleri gerekiyor. Bunun yanında zaten tam zamanlı eğitim almıyorlarmış gibi sertifika programlarına kıt bütçelerinden pay ayırmaları gerekiyor. Stajlarla sertifikalarla doldurulmayan özgeçmişler çöp kutusuna gidiyor. Yani öğrenci bugün istatistiklerde genç işsiz diye görünmesin diye doldurulduğu üniversitelerde de bir genç işsiz gibi yaşıyor.

Seçkin sayılabilecek üniversitelerin öğrencileri iş piyasasında avantajlarını belli bir ölçüde korusalar da kampüs içinde şiddet ve tehditler konusunda kendilerine herhangi bir kayırma geçilmiyor. Hâlâ akademi olarak anılabilecek Boğaziçi Üniversitesi, ODTÜ gibi üniversitelerde özgür üniversite iddiasını yaşatmak için mücadele veren öğrenciler polis copuyla, gözaltılarla, tutuklamalarla, sayısız uyarı cezaları, üniversiteden uzaklaştırma cezalarıyla karşı karşıya kalıyor. Bir başka deyişle nitelikli eğitim talep eden öğrencinin eğitim hakkı hepten elinden alınıyor. Diplomanın değil, okurken yapılan stajın belgesinin, alınan sertifikanın geçer akçe olduğu günümüzde anlamı sorgulamaya açık olan bu üniversitelerin diplomalarını almak için öğrencilerin boyun eğmeleri gerekiyor. Mezunlar, akademisyenler de en küçük muhalif tavırda kampüsten uzaklaştırılıyor.

Öğrencinin sefaletini anlattığımız bu uzun yazıyı okumasına gerek kalmadan içinde yaşayarak bilen öğrenci ekonomik ablukayı reddetmek istediğinde karşısına yeni “disiplin” yöntemleri çıkıyor. KYK yurt yönetimlerinin keyfiyetine alan açan yönetmeliklerle yurtlarda kalan öğrenciler sürekli bir tehdit altında yaşıyor. Bu yönetmelik bugün öyle bir haldedir ki 2022 yılında 5500 kişi artarak 16.753 kişinin yargılandığı “Cumhurbaşkanına hakaret” suçu dahi kişinin yurtta kalmaması için yeterli bir sebep sayılmaktadır. Hatta durum öyle bir halde ki, yönetmelikleri dahi dinlemeyen yurt yönetimleri yurt yemekhanelerindeki böcekli yemeklerin fotoğraflarını çeken öğrencileri tehdit etmeyi kendisine alışkanlık ediniyor.

Bir refah devleti kurumu olarak ortaya çıksa da bugün özel bankaların çok riskli olarak görüp kredi vermediği gençleri borçlandırma lütfunu gösteren KYK’dan kredi alan yeni mezunları ise parlak bir gelecek beklemiyor. Kendilerine vaat edilmiş öğrencilik hayatları pahasına stajlarda emekleri sömürülmüş veya çok parası varmış gibi sertifika programlarına para saymak zorunda kalmış gençlerin arasından seçilen azınlığın dışında kalanları ise bölümleriyle alakasız işler bekliyor. Güvencesiz düşük ücretli işlerinin şartlarına karşı çıkmak isteyen yeni mezunlarıysa bundan tepelerinde sallanan KYK kılıcı alıkoyuyor.

Giderek ağırlaşan ekonomik ablukanın öğrencilere kabul ettirilmesi görevini üstlenen YÖK siyasi ablukayı her sene biraz daha sertleştiriyor. Geçen sene Mart ayında yürürlüüğe giren yeni YÖK Kanunu’yla birlikte geçinemeyen, barınamayan, işçileşen öğrencilerin en temel demokratik haklarına, eylem özgürlüklerine ket vurulmaya çalışılıyor. Örneğin sene başında ODTÜ’de Barınamıyoruz diyerek eyleme çıkan ve tüm kampüsü eylem alanına dönüştüren arkadaşlarımıza izinsiz protesto yürüyüşünden soruşturma açıldı. Çok geçmeden Boğaziçi Üniversitesi’nde fakültelerin bölünmesine karşı eyleme çıkan arkadaşlarımızdan 10 tanesine kampüse giriş yasağı getirildi. Yasak için yürütmeyi durdurma çıkınca yürütülen disiplin soruşturması bahane edilerek kampüse girişlerin engellendiğini öğrenmiş olduk. Bunu sağlayan da yine yeni YÖK kanunuydu. Bir başka güncel örnek ise sene başında İzmir’de yemekhane zamlarına karşı eyleme çıkan 9 arkadaşımıza karşı verilen uzaklaştırma kararı oldu. Bu cezaların her ne kadar bir ayağı yeni YÖK kanununun kolaylaştırıcılığı olsa da diğer yanı buna karşı öğrencilerin bir propaganda gücü ortaya koyamaması olduğunu düşünüyoruz. Fiili durumda soruşturma olmasa dahi okul içerisinde öğrencilerin muhalefet edebilecekleri bir açıklık tanımayan uygulamalara karşı ancak güçlü, hedefli ve yaygın bir öğrenci muhalefeti inşa ettiğimizde bu uygulamaların, kanunların darbe anayasası niteliğini değiştirebiliriz.

Değindiğimiz disiplin yöntemleri korkutucu görünse de Zeren Ertaş’ın öldürülmesini sineye çekemeyen gençlerin Türkiye’nin dört bir köşesinde yurtları salladığını, KYK Borçluları Hareketi’nin kazanımlarını, artık gençlerin böcekli yemekleri gözardı etmediğini unutmamak gerekiyor. Bunun yanında yazıyı yazarken de “kriz” kelimesini kullanmamaya özen gösterdiğimi belirtmek isterim. Bugünkü yaşam şartlarımız rejim-sermaye işbirliği için bir kriz değil, bizim hayatımız ve gençliğimiz pahasına hayata konan politikalarının beklenen sonuçları. Bunu bir “kriz” olarak tanımlatacak olan bizim irademiz ve inadımızdır.

Bitirirken, öğrenciye reva görülen yaşam şartlarını, boyun eğdirme çabalarını düşünürken öğrenciliğin ikili doğasını akılda tutmak gerektiğini hatırlatmak istiyoruz. Öğrencilik, kişinin şimdiki durumu ve gelecekteki durumu arasındaki bir ara hâldir. Dolayısıyla gelecekle göbek bağı olan öğrencilik hali sabırla veya başkaldırıyla yaşanabilir. Ne için KYK’ların veya öğrenci evlerinin insan dışı şartlarına, gündelik işlere, sömürü stajlarına sabrettiğimizi veya nasıl şartlarda yaşamamak için başkaldırmamız gerektiğini ancak kampüsün dışında görebiliriz. Çoğunluğu 4 sene sonranın işsizleri, güvencesiz işlerde çalışan (yakasının rengi farketmeksizin) işçileri olan öğrencilerin siyaseti ile emeğin siyasetini kampüs kapıları ayırmadığı sürece güçlü olduğumuzu da bildirmek isteriz.