Türkiye’de ve dünyada öğrencilik denen ara dönem sonlanıyor. 1980’lerin ortasından bu yana hızla artan dünya nüfusuna karşı küresel bir plan devreye sokuldu. Köylü sınıfı hızlıca kentlere göç ettirilip işçileşirken, proleter çocukları da mesleki eğitim veren kurumlarla üniversitelerin dönüşümüyle işçiliğe hazırlanmaya başladı. Dünyadaki küresel ve bütünsel bu plan çerçevesinde ve aynı zamanda bir NATO teşebbüsü olarak Ulusal Gençlik stratejileri oluşturuldu. Bu stratejilerin hizmet ettiği temel amaç sermaye sınıfının ihtiyaçlarına göre gerektiğinde kalifiye işçi gerektiğinde somut kol gücü var edebilmekti. Neredeyse dünyanın her bir köşesinde Gençlik Koordinasyon Merkezleri açılmasına kadar süren bu hareketlilik 1998-2008 arasında 155 ülkede ulusal gençlik programları, gençlik yasası ve gençlik koruma yasalarıyla küresel mali oligarşi “gençlik stratejisi”nin tüm gereklerini yerine getirmiştir. Türkiye bu programlar ve yasaları aynen uygulamasa dahi küresel emperyalist hiyerarşideki konumu dolayısıyla kendisine tanımlanan görevleri yerine getirmiş; bu büyük dönüşüm sürecinde eğitim kurumlarını dönüştürmüş, genç ve güvencesiz işsizliği bu toprakların her bir köşesinde en can yakıcı sorunlarımızdan biri haline getirmiştir. Bununla birlikte emperyalist hiyerarşide konumu doğrultusunda kendini dayatan batılı güçlerin genç ve kalifiye işgücü ihtiyacını Türkiye gibi ülkelerden sağlamaya dönük programlarını devreye soktuğunu görüyoruz. Türkiye’den Almanya’ya akan doktor nüfusu bunun bir örneği olarak söylenebilir.
Genç işçilik ve genç işçi cinayetleri sadece bugünün gerçekliği olmadı. 19. yüzyıl İngiltere’sine bakarsak da aynı gerçeklikle yuzleşebiliriz. 20. yüzyıl Afrika’sının herhangi bir yerinde de. Türkiye’de ise 90lar sonrası neoliberal planın gerileyen sınıf mücadelesi karşısında sınıfın her zerresine nüfuz etmesiyle artan bir gerçeklik. Sayımızı tam tespit etmek mümkün değil. Uzatılmış gençlikle 30a dayanan genç işçilerin sigortalı kısmını tespit edebilmek mümkün olsa da bu nüfusun büyük bir kısmının güvencesiz işlerde uzun saatler çalıştırıldığını ya da part time çalışarak okuduğunu, meslek liseli en az 1.4 milyon çocuğun staj adı altında haftanın 5 günü 8 saat çalıştırıldığını unutmamamız gerekir. Tarım sektöründe dönemsel olarak yüzbinlerce gencin çalışmak zorunda bırakıldığı da bir gerçek olarak duruyor. Dolayısıyla gerçekten kaç kişi olduğumuzu bilmiyoruz. Ancak bunun somut sömürü gerçekliğini ifşalamamız açısından vazgecilmez bir önemi de bulunmuyor. Peki Türkiye’de nasıl oluyor bu işçileşme? Nasıl oluyor da bizden kilometrecelerde ötedeki bir sermaye grubu tarladaçalışan yüzbinlerce gencin, KYK yurtlarındaki binlerin hayatında bu kadar belirleyici bir role sahip oluyor?
Daha ilkokulda tarikatların, holdinglerin devletle işbirliğiyle başlayan itaat eden, kadere olarak dayatılana inanan güçsüz, isyan etmeyen, ülke siyasetini sadece temsiller düzeyinde algılayan bir nesil dizayn edilmeye başlanıyor. Holdinglerin elinin kolunun doğrudan uzanmadığı kıyı bucakta çocuklara teslimiyet anlatıları telkin ediliyor. Hayatın olağan akışının fakirlik ve sömürüyle devam ettiği anlatılıyor. İtaat etmediğiniz her düzlemde ekonomik olarak cezalandırılan aileniz de size dikkatli ol diyerek başka telkinlerde bulunuyor ve yola çıkıyorsunuz. Liseye geçer geçmez küresel fabrikayla tanışma başlıyor. Dünyanın büyük sermaye gruplarının ve yerel sermaye devlerinin el ele vererek OSB cennetine çevirdikleri Anadolu’daki her bir köşe hızla proleterleşiyor. Proleterleşen ailelerin çocukları
için de hayat dizayn edilmiş durumda. Her Organize Sanayi Bölgesine en kötü yanına inşa edilen meslek liseleriyle, MESEM’lerle hem çocuk işçilik legalleştiriliyor hem de en az 1.4 milyon çocuğun emeği neredeyse bedavaya sömürülüyor. Liberal bir program doğrultusunda rekabet ve yoğun bir tempoyla birbiriyle yarıştırılan liseliler için MESEM’ler hızlıca aile ekonomisine katkıda bulunabilecekleri bir araç olarak sunuluyor. Çoğu hem aile baskısının hem de devletin propaganda aygıtıyla yaydığı ulusal ekonomiye katkı yalanının boynu bükük kurbanları haline geldi. Yerelde mali oligarşinin ihtiyaçlarına göre dizayn edilen meslek liselerinde çocukların emekleri İşbilir bir hükümet tarafından kesintisiz bir biçimde satıldı. Siyasete temasları temsil siyaseti düzleminde kalan çocuklar düzen partileriyle sandık siyasetine, stklara, tarikatlarla yurtlara part time ve güvencesiz çalışmaya, gig ekonominin çalışırken kendi işinin patronu olma, esnek çalışma saatleri yalanlarıyla belki daha çok kazanırım umuduyla güvencesiz ve çoğu zaman insani olmayan saatler (12 saatten az çalışan kuryelerin artık asgri düzeyde kazandığı ortadadır.) kuryeliğe başladı. Sadece geçen sene 165 kardeşimizi bu cenderede katlettiler. Arda Tombul makinede kafası sıkışarak katledildi.
Bu cendereden kendini kurtaranları üniversitede başka bir hayat beklemiyor. Sermaye dönüşümünü neredeyse tamamlayan neoliberal üniversite tam bir şirket gibi çalışıyor. Bir işçi deposu burası. Sermaye devleriyle anlaşmalı üniversiteler yerellerde sermayedarların taleplerine göre açılan bölümlerde onların istedikleri ölçüde eğitimden geçiyor. Üniversitelerde kulüpler kariyer kulübü olmadıkça açılmayacak şekilde planlanmış. Burslar 2018 sonrası asgari ücret karşısında düzenli eritilerek asgari ücretin %33’ünden %11’ine gerilemiş durumda. Günde 66 TL’yle geçinmeye çalışan milyonlarca genç için en azından part time güvencesiz çalışmaktan başka seçenek kalmıyor. Açılan apartman üniversiteleri tipi özel üniversiteler de Genç işsizliği gizlemekten başka bir amaç taşımıyor gibi gözüküyor ancak bu üniversiteler özellikli olarak belli sermaye gruplarının ara eleman ihtiyacına göre çalışmaya devam ediyor. Teknoloji alanında daha esnek bir eğitim isteyen sermaye için kural tanımaz özel üniversiteler gibisi yok, aynı zamanda bu okullar eski orta sınıf sayılan emekçilerin sermayesinin yağmalanması için birebir.
Bu sadece Türkiye’nin gerçekliği değil tabii ki. Üniversitelerin sermayenin öz kaynağı gibi çalışma refleksi tüm dünyada yayılıyor. İtalya’da İsrail’e ticarete karşı eyleme geçen arkadaşlarımız günlerce polis merkezlerinde bekletiliyor. Hindistan’da liseler ayakkabı imal eden dev firmaların işçi deposu konumunda. Yunanistan’da özel üniversitelerin açılmasına karşı 100 binlerce arkadaşımız eylemde. Üniversite okumayan genç işçilerin sorunları da küresel fabrikanın bandında dönüyor, örgütlenmeler de öyle. Türkiye’de Trendyol kurye eylemlerini hepimiz hatırlıyoruz. Neredeyse tamamı üniversite mezunu işsizler olan arkadaşlarımız Alibaba’yı dize getirmiş ve haklarını söke söke almıştı. Bu deneyimden öğrenen Yunanistan’daki sınıf kardeşlerimiz de kornalarıyla şehri inleterek tüm Atina sokaklarını kuşatıp haklarını aldılar. İsyanlar da bulaşıcı, hele gençlikle birleşince. Amerika Amazon’da ayağa kalkan işçilerin neredeyse tamamı 20li yaşlarındaydı. Temel sendikal hakları için ayağa kalktılar, yakın zamanda beyaz sarayda kabul edilen tek işçi sendikası oldular. Mücadelelerini buradan selamlıyoruz.
Peki ülkemizde üniversitenin holdingleşmesine ve küresel cinayetlere karşı mücadelemiz ne durumda?
Bugün bu istem ve hareketlerin ufku kapitalizm ve burjuva demokrasisini aşamasa da, ekonomik-toplumsal-siyasal düzlemlerin her zamankinden fazla iç içe geçmesinde, bunun gelişen bir zemini ve dinamiği de vardır. Çünkü gençlerin büyüyen bağımlılık ve köleleştirilmesi, yalnız artan siyasal-idari baskılardan ibaret değildir, yalnızca dar anlamda işçileşmenin indirgendiği artan bölümünün çalışmak zorunda kalmasından da ibaret değildir aynı zamanda örneğin üniversiteli gençlerin daha önce sahip olabildiği kısmi özerkliği de yitirmesindedir (artan ders yükü, sınavlar cehennemi, performans/yeterlilik cenderesi, dershane, çalışma zorunluluğu ve geriye halen bir serbest zaman kalıyorsa, eğitim-çalışma dışı zamanların da endüstrileştirilmesi, okulların da zaten fabrikalaşmasıdır), yeni disiplin mekanizmalarındadır…
Uzunca bir dönem gençlik olarak bahsettiğimizde kastımız üniversite gençliği oldu. bu toplumsal gruba tüm bunların yansıması belli eğitim programlarıyla, liberal anlatılarla toplaştığı fiziksel mekanlar olarak üniversitenin yukarıda anlattığımız dönüşüm süreçlerinin etkisiyle bir yığınsallaşma oldu.
Bunun önemli nedenleri arasında, önceki kamu eğitimi sisteminin de kapitalist üretim sürecinin doğrudan bileşeni olarak görünmemekle birlikte, en kritik metayı, vasıflı ve yarı vasıflı emek gücünü üretmesi, eğitim sisteminin toplumun/toplumsal sistemin yeniden üretiminde oynadığı kritik rol ve bu nedenle her zaman egemenlik ve baskı sisteminin kritik bileşeni olması, ve önceki dönemde katı toplumsal işbölümü biçimiyle eğitim ile üretim arasında katı ayrım, sayılabilir. Sınıflar daha ziyade üretim ilişkilerindeki konumlarına göre tanımladığı için, emek gücünün üretimi itibarıyla onun kritik bileşeni olmasına karşın, uzayan eğitim süreci ve bunun üretim sürecinden yalıtılmış olması, ve tabii ki farklı sınıflardan gelen gençleri kapsaması ve sınıflar arası başlıca yukarı aşağı hareketlilik mekanizması içermesi vb. itibarıyla eğitim sistemi ve dolayısıyla öğrenci gençler kendine özgü yanları da olan giderek büyüyen farklı bir toplumsal kategori oluşturdu.
Eğitim sistemi esnek emek gücü piyasası ve çalışma rejiminin doğrudan bileşeni haline gelmiştir. Orta eğitim ve üniversite, emekçi sınıfların bir bölümünün kendi içinde ve üst sınıflara doğru hareketinin kismi bir mekanizması olmaktan çıkmış, hatta tam tersine, orta sınıfların ve işçi sınıfının üst kesimlerinin aşağıya doğru çözülmesinin başlıca mekanizmalarından biri haline gelmiştir. Orta ve yüksek öğretim muazzam ve giderek artan bir hızla yığınsallaşmış, fakat her biri kendi içinde muazzam biçimde katmanlı ve parçalı hale getirilmiş sonrasında sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda belli başlı programlarla bir araya getirilmiştir. Özel üniversiteler, meslek liseleri ve sermayeye eklemlenmiş, hizmetine verilmiş holding-üniversite bunun en büyük örnekleridir.
Yurtlarda, üniversiteler liseler içerisinde tekil tekil de olsa bu sermaye ablukasına sesler yükseliyor. Zeren Ertaş eylemleri sonrası aldığımız ihbarlarda taşeronlarından, sermaye tekellerine kadar bu kirli ilişkileri teşhir etmeye dönük bir eğilim vardı. İstanbul Üniversitesi’nde “sermaye dışarı, öğrenciler içeri”, “rant kapısı değil okul kapısı” şiarları etrafında sermaye karşıtı bir irade ortaya koyuldu. Her ne kadar bunun tepkiselliği ve süreğenliği sorgulansa da gençliğin bir cesaret sorunu ya da siyaset yapma beceriksizliği olmadığını göstermesi açısından önemliydi.
Her ne kadar bugün bu direnişlerin ve hareketlerin ufku taşeronun değişmesi, katılımlı üniversite yönetimi ile kısıtlı kalsa da bunun sebepleri var.
Ekonomik-toplumsal-siyasal düzlemlerin iç içe geçmesinin artması ve bu değişen zemin gençlerin büyüyen bağımlılık ve köleleştirmesinden ibaret değil, dar anlamda işçilestirilmemize indirgenen bir çalışma zorunluluğu değildir sadece hayatımızı dönüştüren. Bununla birlikte artan özerkliğin yitirilmesi yani boş zamanın çalınmasıdır.
Sadece işçileşme değil sosyal becerilerin ve iletişimin kurulacağı, örgütlenmenin imkan ve alanlarının oluşacağı bir boş zaman artık neredeyse hayatımızdan silinmek üzere. Biz işçileşirken rekabetçilik ve sosyal şoven eğilimlerimiz düzenli olarak beslenirken görece var olan boş zaman mefhumunun kontrolü sosyal medya ile karakter dizayn etmeye verildi. Gittikçe kişiliksizleşmiş ve güvencesizlikle kuşatılanların ebedi ergen huzursuzluğu ısrarla beslendi. Muhalefet etmek isteyenler hızlıca sınıfı bölecek düşmanlaştırmalara ortak edildi. (Göçmen nefreti, memleketçilik vs.)
15 Temmuz ve sonrasındaki ohal süreciyle birlikte fiili grev ve eylem yasaklarıyla zaten zayıflayan işçi sendikalarının iyiden iyiye işlevsiz hale getirilmesi de sürece katkı sundu. Sendikaların salon etkinlikleri iptal edildi işçilerle bağlantı kurmaları engellendi. Halı hazırda hafızasızlaştırılan devasa bir genç nüfus örgütlenmekten sendikal haklardan güvenceli çalıştırılmadan uzaklaştırıldı. Sonrasında gelen pandemi süreciyle üniversitelerde milyonlarca işçi çocuğu için online eğitim açık öğretime döndürüldü. Yağmalanan aile servetleri sebebiyle yeterli teknolojik donanıma sahip olmayan çoğu genç işçi olmaya başladı. Hali hazırda işçi olanlar pandemi koşullarında ölümüne çalıştırıldı. Çoğu sektörde korona meslek hastalığı (doktorlar dahil) sayılmadı. Yukarıda küresel fabrikada üretim bantları kadar işçilik de döner demiştim. Hızlıca işçileşen büyük bir kesim için küresel avrasyacı batı cazip bir dünya halini aldı. Pandemiyle kendini gençlere kurtuluş yolu olarak dayatan gig ekonomi modeli de Trendyol kurye eylemlerine kadar bir helyum balonu gibi yükseldi. Kendi işinin patronu olmak yalanıyla pazarlanan bu modelde çoğu üniversite mezunu ya da üniversiteli 15-30 yaş arasındaki genç yoğun bir mobbing ve baskı altında insani olmayan saatlerde neredeyse güvencesiz çalıştırıldı. Kendi işinin patronları ölüm riski olan havalarda onlarca kilo yükle kaygan zeminlerde çalıştırıldı. Darbeden bu yana kazandıkları özgüvenle gençlere daha düşük ücretle kölelik dayatanlara gençlerin cevabı bir sosyal medya örgütlenmesi ve fiili yan yana gelişlerle var edilen büyük kazanım oldu. Tekrar selamlıyoruz.
Özetle, kol gücümüzün var olduğu ilk andan itibaren hepimizi işçi yapmak istiyorlar. Bunu düşünüyor, yollarını hazırlıyor ve buna rıza yaratmaya çalışıyorlar. Ancak allanıp pullansa da çocuk işçilik ve gençliğin proleterleştirilme çabası görünmez olmuyor. Bunu tüm bir gençlik görüyor. Hepimiz görüyoruz ve tekil tekil gücümüz oranında buna direniyoruz. Düşmanlarımız bu direnişlerin farkında ancak bu reddedişleri büyütecek, bunlar arasındaki dayanışmayı ve örgütlülüğü yaratacak bir hareketimiz olmadığını biliyorlar. Her direnişimiz, her isyanımız kendi tepkiselliği içerisinde nefes alabildiği müddetçe devam ediyor. Bize burada gençliğin aykırı sesini güçlendirmek, isyanını harlamak düşüyor. Ekonomik bağımlılığı ve çaresizliği artan, intihara sürüklenen, ölümle burun buruna çalışmaya zorlanıp seçimden seçime hatırlanan gençliğin öfkesini örgütleyelim. Hiçbir gencin bu vahşi sömürü koşullarında yalnız hissetmesini istemiyoruz. Biz elimizi taşın altına koyuyoruz, diz çökmeyeceğiz. Bu katillerin yakasına her yerde yapışacağız. Gelin bu kavgaya omuz verin, kuşağımızın isyanını yaratalım.