Geçtiğimiz yıllarda düzenlediğimiz konferanslarda, yayınladığımız metinlerde ve sokaktaki mücadelemizde her zaman gençliğin gerçek gündemi olduğuna inandığımız şeyleri anlatmaya özen gösterdik. Kuşağımızın isyanını yaratmak için yıllardır bir arayış ve mücadele içerisindeyiz. Bu yıl yine aynı niyetlerle düzenlediğimiz konferansımızda önce düşmanlarımızı doğru tayin etmenin sonra onlarla mücadele etmenin yollarını tartıştık. Bu doğrultuda mücadele zeminimizi yazılı bir biçimde tarif etmek istiyoruz.
Gençliğin en büyük düşmanı, yaşadığı sorunların büyük bir bölümünün arka plandaki hazırlayıcısı ve o koşullara mahkum edeni kapitalizmdir. Kapitalizm, bireysel yaşam koşullarımızın ve toplumsal düzenin belirleyiciliğini kazandığı yaklaşık 250-300 yıllık tarihinde 3 büyük evreden geçmiştir. İlki, serbest piyasa kapitalizmi olarak bilinen, kapitalizmin yaygınlaşma ve en yüksek aşaması olan emperyalizmle kavuşma, bunun sonucunda Birinci Dünya Savaşına neden olma evresidir. Savaşa ek olarak Sovyet Devrimiyle beraber kendisini reformdan geçirmek zorunda kalan kapitalizm, yeni bir sermaye birikim modeli olarak Keynesçi Uzlaşı ya da sosyal refah devleti olarak bilinen, ekonomilerin daha çok yurt içindeki üretimle sınırlı kaldığı ve işçi ücretlerinin yükseldiği, sosyal ve ekonomik haklar vermek zorunda kaldığı bir evrede çareyi bulmuştur.
Bu evrenin de az önce ifade ettiklerimize ek olarak birtakım krizler yaratması sonucunda, sermayenin yurt içindeki sınırlarını aşması, kontrolünün merkezileşmesi, savaşların küresel güneye ve büyük oranda Ortadoğu’ya, sermayeninse kâr oranlarının yükselmesi adına en maliyetsiz şekilde üretim yapılabilecek az gelişmiş ülkelere ihraç edilmesiyle ortaya çıkan ve bugün içerisinde yaşadığımız evreye Neoliberalizm diyoruz.
Böylesi bir girişim, NATO, IMF, Dünya Bankası gibi emperyalizmin siyasi, askeri ve ekonomik kurumlarından süzülerek gelen, tüm dünya burjuvazisinde karşılık bulan, beklenti yaratan, güçlenmiş işçi sınıfını yenilgiye uğratma, askeri darbeler örgütleme, üniversiteden sokağa, yurtlarımızdan burslarımıza tüm yaşamı sermayenin gereksinimlerine uygun olarak yeniden düzenlemek için oluşturulmuş bir yönetme stratejisidir.
Savaşlar bizim coğrafyalarımızdadır, yoğun sömürüler, ‘diktatörlükler’, katliamlar ve cehenneme dönüşmüş fabrikalar, atölyeler, madenler, talan edilen doğa, yakıp yıkılan ormanlar ve ailelerimizin birikimini sömüren, mezun olduğumuzda bizi güvencesiz, geleceksiz bir yaşama atan üniversiteler. Hepsi buradadır ve bizimledir.
Neoliberalizmin ekonomik boyutunda uluslararası iş bölümü her bir ülkeye roller dağıtıyor. Emperyalizm ve Kolektif Batı, kendi çıkarları için kendisinden arta kalan tüm dünyaya dibe doğru bir yarış sunuyor; ücretlerin düşürülmesi, güvencesizlik, geleceksizlik ve tehlikeli çalışma koşullarında ülkeler birbiriyle yarışıyor.
Neoliberal dünyanın siyasi boyutunda ve güç ilişkileri hiyerarşisinde her bir ülke emperyalizm tarafından yeniden konumlandırılıyor. Rusya ve Çin önderliğindeki Doğu Blokunun ABD hegemonyasını zayıflatma ihtimaline karşın askeri yardımlar ve ideolojik kampanyalarla Ukrayna kazanması olanaksız bir savaşa sokuluyor, oyalanıyor ve en son çaresiz bir biçimde kendisini daha en başından kendisiyle ilgili olmayan bir savaşın içerisinde buluyor, kullanılıyor.
İsrail, Gazze’deki insanları dört duvarın arasına sıkıştırıp bombalıyor, tüm gıda, enerji ve tedarik zincirini keserek sistemli, planlı, istikrarlı bir soykırım gerçekleştiriyor. Bu sırada emperyalizm hem silah hem ideolojik hem de ticari yardımlarıyla soykırımı koruyor ve besliyor. İsrail, bölgede NATO’nun bir karakolu olma rolünü üstleniyor ve karşılığını muhakkak alıyor.
Türkiye bu güç ilişkileri içerisinde para karşılığında Avrupa’nın göçmen deposu olmayı üstleniyor. Yer yer elindeki bu göçmen yığınlarla Avrupa’yı tehdit etme ve hem siyasi hem de ekonomik açıdan kendisine fırsatlar yaratmayı amaçlıyor. Bugün, Tüsiad ve Müsiad’la faşist ve gerici siyasi partilerle, sarı sendikalar, mafyalar ve kontrgerillayla oluşturulmuş ve büyük oranda RTE önderliğindeki tarihsel blok keşke İsrail olsak diye iç çekiyor. Ancak Türkiye sınır ötesi operasyonlar ve Rojava’yı bombalamak için emperyalizmin kendisinden istediği programları bütünüyle tesis etmesi, Amerikan holdingçiliğine ve uluslararası tekellere bu topraklarda garantörlük etmesi gerekiyor. Tüm dünyada nasıl emperyalizm ve onun çıkarları, doğal hakları çeşitli ideolojilerle, insan hakları emperyalizmiyle, kimi zaman da işgalle alternatifsiz bir proje olarak karşımızda duruyorsa Türkiye’nin beka sorunuyla ayakta tutulan neoliberal projesi de alternatifsiz bir projeymiş gibi karşımızda duruyor.
Uluslararası tekeller yerli sermayedarlarla işbirliği içerisinde madenlerde, fabrikalarda ölüm saçıyor. Kanada merkezli bir şirket Kaz Dağlarını yok ediyor, Amerika merkezli bir başka şirket Erzincan İliç’te 9 madenciyi siyanürlü toprağın içine gömüyor.
Üniversiteler hem emperyalist tekellere hem yerli işbirlikçilerine en yoğun, en maliyetsiz şekilde çalışacak ama entelektüel emeğe sahip, kalifiye insanlar yetiştirmek için seferber ediliyor. Stajlar, Ar-ge çalışmalarına katılımlar ve kariyer günleriyle üniversite evrensel bir eğitim kurumu niteliğini kaybederek neoliberalizmin ekonomik ve siyasi çıkarlara uygun düşecek şekilde yeniden dizayn ediliyor. Bu esnada barınamıyor, okurken çalışmak zorunda kalıyor ve tüm bir gençlik olarak giderek güçsüzleştiriliyoruz. Üniversitelerimizde YÖK Yönetmeliği, polis, denetim mekanizmaları ve kayyum rektör önderliğinde organize edilen siyasi abluka da cabası.
Ekonomik zor, siyasi zor araçlarıyla birleştirilerek gençliğin üzerinde bir abluka yaratılıyor. Tüm yönleriyle tarif etmeye çalıştığımız bu abluka, bu rezillik tam da mücadele zeminimize karşılık geliyor. Biz gençliğin üretken, saygın, güçlü bir devrimci mücadelesinin zeminini, tam da bu ablukanın her bir parçasının içinden örgütlenerek bir araya gelmiş yüzbinlerce gencin birlikte mücadelesinde buluyoruz. Üzerimizdeki ablukayı hiçbir kaçınmaya konu etmeden, gençliğin cüretini görüyor gelin hep birlikte bu kuşağın isyanını yaratalım diyoruz!