Gergedan Röportaj’da bu hafta: İrem Doğanışık, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğrencisi Mert Batur ile İstanbul Üniversitesi’nde gerçekleşen eylemler üzerine konuştu.
Geçtiğimiz günlerde İstanbul Üniversitesi’nde yemekhane zammına yönelik protesto ve eylemler gerçekleştirilmiş, öğrencilerin verdikleri mücadele sonucunda rektörlük geri adım atmış ve yemekhane öğünlerine ilişkin çıkarılan karar iptal edilmişti. Bu süreçte öğrencilerin nasıl örgütlendiği, dertlerinin ve taleplerinin ne olduğu ve bundan sonra neler olabileceğine dair Mert Batur ile söyleştik.
Senden ilk şeyi anlatmanı isteyeceğim, bu sürece nasıl gelindiğini. Öğrencileri eyleme götüren şeyler nelerdi?
Bu dönemin başında İstanbul Üniversitesi yemekhanesinde %30’a yakın bir zam oldu. İki yetmiş beşten üç buçuğa çıktı, böyle söyleyince hafif oluyor ama %30’a yakın bir zam. Ama buna öğrenciler hiç tepki vermedi. Bu, İstanbul Üniversitesi tarihinde bir ilktir herhalde. Zamma karşı hiçbir tepki olmadı. Çünkü hani uzun zamandır sol da okulda çok bulunmadığı için tepki olmadı. Ama sonra 2 Ocak’ta başlamak üzere kahvaltı öğünü kaldırıldı ve geriye kalan iki öğünden bir tanesi üç buçuk diğeri on sekiz buçuk lira olacak diye duyuruldu. Bu artık şey, bir son damla mı denir. Bu, hızlıca İstanbul Üniversitesi öğrencileri arasında çeşitli iletişim gruplarına sebep oldu. İşte Whatsapp grupları açıldı, buralardan örgütlenildi ve hızlıca bir forum çağrısı yapıldı hemen ertesi güne. Zammın açıklanmasının hemen ertesi gününe bir forum çağrısı yapıldı.
İstanbul Üniversitesi aslında bu dönemin başından itibaren bir çeşit -tırnak içinde- “normalleştirme” içerisindeydi. Çünkü rektörlüğün bir müze yapılacağına dair söylentiler vardı o yüzden turistik bir yere dönüştürülmeye çalışıyordu. İstanbul Üniversitesi’nde yıllardır süren fakülteler arası geçiş yasakları kaldırılmıştı. Eylemlere işte 10 Ekim’e vs. müdahale edilmemişti, saldırılmamıştı polis tarafından. Ama forum yapıldığı gün yeniden fakülteler arası geçiş yasağı ilan edildi ve hukuk fakültesi önüne yapılan forum çağrısına diğer fakültelerden arkadaşlar katılamadılar. Diğer fakültelerden arkadaşlar da başka bir yerde forum yaptılar. İşte bu iki forum daha sonra toplanarak ana kapı önünde bir ortak forum yaptı ve eylem gerçekleştirdi. Daha sonra yemekhanelerde bir çeşit yarı boykot denebilecek ses çıkarma eylemleri yapıldı. Yürüyüşler organize edildi. Üç gün boyunca böyle eylemler sürdü. Birinci gün mesele İstanbul Üniversitesi öğrencileri arasında çok duyuldu ama basına medyaya o kadar yansımadı. Ne zaman ki ikinci gün ciddi bir polis saldırısı oldu ve ana kapı zorlandı, aslında öyle gündeme geldi. Çok oraya geçmeyeyim istiyorsan.
İstanbul Üniversitesi öğrencileri böyle meselelere dair çok hızlı örgütlenebilen bir grup. Çünkü çok ciddi bir alışkanlığı var, yani bir eylem kültürü var. Ciddi bir sol alışkanlığı var yıllardan beri biriken. Mesela “Üniversiteme Dokunma”da da aynı şekilde hızlıca Whatsapp gruplarıyla örgütlenmişti, bunda da aynı şey oldu. Sadece tabii bu kez öyle demokrat solcu vs. öğrencilerden ziyade eylemin motivasyonu öğrenciler açısından farklıydı: zamların bütün öğrencilerin asla ödeyemeyeceği bir miktara varmasıydı. Bu kriminalize olma halini çok asgari seviyeye indirdi öğrenciler arasında. Çünkü ya bunu engelleyecektik ya da aç kalacaktık. Aslında mesele öyle bir ikilemdi öğrenciler arasında.
Peki, eylemlerde neler yaşandı? Polis şiddetinin dışında ortam nasıldı? Çünkü ben videoyu ilk gördüğüm zaman sosyal medyada, böyle inanamadım çok güzel bir kalabalık vardı.
Ya hava çok soğuktu, tam da sınav dönemi aslında ve okul kapanmak üzereydi yani dönem bitmek üzereydi. Rektörlüğün bu tip şeyleri hesaba katarak o an açıkladığını düşünüyoruz. Ona rağmen öğrenciler çok hızlı organize oldu ve daha önce yapılan bazı örgütlenmeye ilişkin hatalar bu sefer yapılmadı. Yani öğrencinin iradesinin önünde bir irade varmış gibi davranılmadı. Bazı öğrenciler daha çok biliyormuş da bazıları daha deneyimsizmiş de gibi ayrımlara dayanan bir örgütlenmeye gidilmedi. O yüzden gerçekten bu forumlarda karar alınmaya çalışıldı. Bu, öğrenci kitlesini işin katılımcısından ziyade örgütleyicisi pozisyonuna getirdi. Bu, o eylemlerin bu kadar cüretkar olmasını sağlayan şey aslında. Tırnak içerisinde kimse birileri tarafından organize edilmiş bir eyleme katılmadı da işte “ben içeri girmek istiyorum, dilekçe vermek istiyorum” gibi kendi iradesine dayanan doğal örgütlülük içerisinde hareket etti.
Üniversiteme Dokunma son kitlesel eylem olduğu için kıyaslıyorum, bu eylemler Üniversiteme Dokunma’dan şöyle farklıydı: daha az neşeli bir kitle vardı, onu söyleyebilirim. Daha sertti ve ne istediğimizi çok iyi biliyorduk. Ve çok çok çok temel bir hak engellendiği için yani genel bir haktan ziyade dilekçe vermek için okula girememek öğrenciler açısından kabul edilemez bir şey. Çünkü dilekçe biliyorsun öğrenci hareketi içerisinde en geri eylem biçimlerinden bir tanesidir ve hiçbir şey yapamıyorsan, o kadar büyük bir baskı içindeysen dilekçe örgütlersin. Bunun bile engellenmesi öğrencilerde ciddi bir öfkeye sebep oldu.
Girişler engellendiği için ana kapı sallandı yani fiilen zorlandı. İşte öğrenciler ana kapının üzerinden atladılar, ana kapıya bir pankart asıldı: “Öğrencisi açken tok yatan rektör bizden değildir.” diye. Dışarıdan bakınca ne kadar önemli olduğu belli olmayabiliyor ama ana kapıya pankart en son rektörlük eylemlerinde asılmış yani bundan beş sene önce. O günden bugüne böyle bir şeye ya cüret edilemedi ya da polis ve ÖGB (özel güvenlik birimleri) tarafından hep engellendi. O anlamda çok öfkeli ve ne istediğini bilen bir öğrenci kitlesi eylemleri yürüttü diyebilirim.
Ben aslında bunu biraz Kanal İstanbul itiraz kuyruğunda da düşündüm açıkçası. İtirazın dilekçeyle olması ve bunun bir yurttaşlık hakkı olarak algılanması bu doğrultuda da hani ismini imzanı koymaktan korkmadığın bir belgenin küçük bir talep olarak görülmesi acaba mücadeleyi genişletebiliyor mu?
Üniversite açısından, İstanbul Üniversitesi açısından bu dilekçe meselesi şöyle bir şeye sebep oldu. İçeride uzun bir dilekçe kuyruğu merkez kampüse girebilen öğrenciler tarafından ve dışarıda dilekçe vermek için direnen, bunu zorlayan öğrenciler. Şimdi bu her açıdan evet daha kolay örgütlenen bir şey. Yani öğrenciyi daha çok inisiyatif alacağı bir alana davet ettiğin zaman çekimser olabiliyor ya da ne yapacağını bilemeyebiliyor ama dilekçe çok kolay ve hızlı örgütlenebilen bir şey ve çok somut bir şey. Sadece üniversite mücadelesi açısından dilekçeden sonuç almak diye bir şey çok beklentiler içinde değil. Dilekçe bu meseleyi örgütleyici araçlardan bir tanesi olarak kullanılıyor. Kanal İstanbul’a karşı bir dilekçeden biraz farkı o. Yani, Kanal İstanbul’a karşı verilen dilekçelerden gerçekten sonuç beklendiği hissiyatı alınıyordu. Burada gerçekten bir araç olarak kullanıldı ve o kuyrukta bekleyen öğrenciler de bu dilekçelerden sonuç alamayacağımızı ama en azından bir cevap vermek zorunda olduklarını bu sürecin devamında bu cevabın önemli olduğunu ya da işte öğrencileri sürece dahil etmek için genişletmek için kitleyi hızlı organize edebilen bir araç olduğunu söylüyorlardı.
Yani bu bilinçle eğer dilekçe organize edilirse evet sana katılıyorum kitleselleşmek için bir adım ama gerçekten dilekçeden sonuç beklemek Türkiye’nin yakın dönem siyasi tarihinden çok az şey öğrenebilmiş olmak demek. Bu, gençler arasında hiç yaygın bir eğilim değil yani bunu söyleyebilirim. Sadece akıllıca kullanılmaya çalışıldı dilekçe meselesi.
Peki, bu dilekçelerde ne yazıyordu? Öğrenciler tam olarak ne talep ettiler?
En temelinde dört tane talep vardı. Bunların bir kısmı dilekçelerde yazıyordu bir kısmı alanda dile getirildi. Birincisi, dönem başında yapılan %30’a yakın zam geri çekilsin. İkincisi, bu son yapılan yemekhane kısıtlaması, yani bir öğünün üç buçuk diğerinin on sekiz buçuk lira olması geri çekilsin. Üçüncüsü, kahvaltı öğünü geri getirilsin. Dördüncüsü, bu süreçte işten atılan işçiler işe geri alınsın. Çünkü yanlış hatırlamıyorsam 39 işçi bu süreçte işten atıldı. Bu işçilerin işe geri alınmasını da içeren toplamda dört talep vardı. Bu taleplerden sadece bir tanesi karşılandı yani aslında kazanım dediğimiz şey, evet sadece bir tanesi karşılandı. Ama mesela hemen ertesi gün işçilerle dayanışmak üzere öğrenciler organize oldu tekrar. Ve bugün ana kapı önünde işten atılan işçilerle ilgili yapılan bir eyleme yine öğrenciler gidip katıldılar. Bu çeşit bir dayanışma ilişkisi tutturuldu.
İkinci dönemde yükseleceğini tahmin ettiğimiz daha doğrusu yükselmesi için uğraşacağımız mesele de bu. Tamam, evet bunu kazandık ama bu yeterli değil, öğrencilerin hakları var ve bu hakları –tırnak içerisinde- “söke söke” alacaklar. Bunun için organize olmaya, mücadele etmeye devam edeceğiz. Kazanımdan sonra bütün öğrencilerin vurgusu buydu. Uzun zamandır böyle bir kazanımı olmadığı için öğrenci hareketinin, bu kazanım öğrencilerde gerçekten güçlü hissetmeye sebep oldu. Yani ben en azından öyle düşünüyorum. Evet, o zaman hareket edersek bir şeyler yaparsak organize olursak elde edebiliyoruz hissiyatına sebep oldu. Bunun yansımalarının bu kazanımdan çok daha büyük sonuçları olabilir önümüzdeki dönemde.
Peki, sence rektörlük bu geri adımı nasıl attı? Ne düşündüler yani?
Ne düşündüler? Bunun tabii toplumsal sebepleri var. Sonuçta dipten gelen bir dalga meselesi var ya, dipten bir dalga geliyor mu? Gerçekten Türkiye toplumu; ekonomik, politik, sosyal bütün talepleriyle ilgili ve bütün siyasi iktidar politikalarıyla ilgili ciddi bir rahatsızlık ve huzursuzluk içerisinde. Çok ciddi bir yoksullaşma var, çok ciddi bir proleterleşme dalgası içindeyiz özellikle gençler, en ucuz ve en esnek iş gücü olarak.
İkincisi bir çeşit temsiliyet krizi. Bunu şu anlamda söylemiyorum: “Var olan temsil mekanizmalarında gençlere yeteri kadar yer verilemiyor” değil, temsiliyet krizinden kastım. Gençler özelinde konuşayım ama bütün toplumsal kesimler için geçerli, kendi temsiliyetlerini inşa edebilecek araçlar henüz üretemediler ve bulundukları temsiliyet araçlarından da kovuldular. Yani aslında bu çeşit bir huzursuzluk üzerine yükselen katlar var, gençler açısından da böyle. Bunun daha büyük bir dalgaya gitmesinden siyasal iktidarın ve bunun parçalarının işte rektörlüklerin, lise müdürlerinin, patronların çekindiğini düşünüyorum. Yani bu yemekhane zamlarının başka başka eylemlerin tetikleyicisi olmasından çekindiklerini düşünüyorum. Bu, hani daha soyut olan kısmı ama somut olarak Sibel Ünli’nin intiharının bu meselede, rektörlüğün geri adım atmasında, en temel motivasyonlardan biri olduğunu düşünüyorum.
Sibel Ünli’nin intiharı mutlaka sadece geçinememesiyle alakalı değildi. Bunun bu şekilde ajite edilmesi de doğru değil. Çünkü intihar meselesinde evet ekonomik sebepler çok temelde ama bunun üzerine kendi hayatını devam ettirme motivasyonu sağlayacak değerler üretememek, daha doğrusu sistemin ürettirmemesi de var. Yani bu değer eksikliğiyle değersiz hissetmeyle çok ilgisi var. Sibel Ünli’nin özel olarak geçirdiği hastalık sebebiyle toplumsal olarak kendini dışlanmış hissetmesi gibi sebepler de ekleniyor. Ama toplumdaki karşılığı Sibel Ünli’nin, yemekhane kartında bir lira olan ve intihar etmiş bir İstanbul Üniversitesi öğrencisi olması. Böyle bir figüre dönüşmesinin, yarı doğru yarı değil, rektörlük üzerinde gerçek bir baskı unsuruna dönüştüğünü düşünüyorum. O yüzden geri adım attılar. Yani Sibel Ünli’nin intiharı da diğer toplumsal huzursuzluk da başka bir patlamaya başka bir dalgaya dönüşmesin diye bir çeşit önlem yani onların açısından bu geri adım atmak.
Evet, ben de aslında bir sonraki sorumda Sibel Ünli’den bahsedecektim. Tam da eylemler devam ederken gerçekleşti bu intihar, öğrenciler nasıl karşıladılar? Eylemi nasıl etkiledi karar mercileri dışında?
Sibel Ünli’nin intiharı çok ciddi çok kitlesel bir öfkeye sebep oldu öğrenciler arasında. Dediğim gibi bu yarı gerçek ajite durum öğrenciler arasında da hızla yayıldı ve nasıl anlatılır Sibel Ünli aslında bizim bir sürü eylemde gördüğümüz bir arkadaşımız. Mesela Mahir Kılıç var biliyorsun, CHP’nin önünde açlık grevinde, onu ziyaret eden, işte 10 Ekim anmasına katılan, işte yemekhane boykotlarına katılan bir arkadaşımız. Doğal olarak kitlenin karşılığı şu oldu: ya işte benim yanımda duran bir arkadaşımdı ve ben onu tutamadım, rektörlük onu aç bıraktı. Şimdi bunlar doğrudur gerçektir diye söylemiyorum ama hissiyat buydu. Rektörlük onu aç bıraktı, işte onunla dalga geçtiler gibi. Bir çeşit kitlesel bir öfkeye dönüştü.
Kazanım elde edildiği günden sonraki gün Sibel Ünli’nin anması yapıldı ana kapının önünde ve kazanımdan sonra öğrencilerin konuştuğu temel meselelerden bir tanesi gerçekten bu karara Sibel Ünli’nin intiharının, onun ölümünün çok ciddi etkisi olduğu ve şimdi Sibel Ünli’yi unutmamanın daha önemli daha kritik olduğuyla ilgiliydi. O en genel huzursuzluğun, isyanın, öfkenin çok ciddi bir parçasına dönüştü gerçekten Sibel Ünli’nin ölümü.
Gerçekten zor bir şey bir insanın ölümüne tanıklık etmek ve kendi kararıyla buna sürüklenmiş olması. Gelecek planlarından bahsettin ya biraz, bunları konuştuğunuz forumlarda kendi aranızdaki iletişimi ve dayanışmayı sadece bu haklar temelinde değil ama psikolojik açıdan da nasıl artırabiliriz diye bir şey konuşuldu mu hiç?
Şimdi şöyle, cuma günü birinci dönemin kapanış günüydü ve o gün son eylem yapıldı. Eğer karar geri çekilmezse ikinci dönemin başından itibaren büyük bir yemekhane boykotu örgütleyeceğimizi söyledik. Cuma akşam hatta gece, zamların geri çekildiği kararı çıktı. O yüzden zamlar geri çekildikten sonra bir forum imkanı henüz olmadı. Ama söylediğin biçimde bir farkındalığın geliştiği söylenebilir öğrencilerin arasında. Az önce söylediğim sebeplerle Sibel Ünli’nin hepimizin etrafında içimizde bulunan bir öğrenci olması, bu eylemlere katılan bu eylemleri organize eden bir sürü öğrencinin Sibel Ünli’yi doğrudan tanıyor olması, aslında dayanışma temelinde yükselen bir mücadelenin önünü açtı diyebilirim. Öyle bir farkındalığa sebep oldu diyebilirim. Ama söylediğin biçimde keskin bir dönüşüme kolay kolay sebep olmaz.
Ama ikinci dönemde ve bundan sonraki bütün süreçlerde ve bütün üniversitelerde öğrencilerin somut dayanışma ağları inşa etme zorunluluğunu aslında gün yüzüne çıkardı. Yani dayanışma bizde genelde şöyle algılanıyor işte bir direniş oluyor mesela, buraya gidip sizin yanınızdayız deyip geri dönmek gibi algılanıyor. Bu, doğru bir dayanışma tarzı değil. Şimdi önümüzdeki dönemde İstanbul Üniversitesi’nde ya da başka üniversitelerde gerçek dayanışma sofraları, gerçek ev eşyası depoları, gerçek not-kitap dayanışmaları yani fiili olarak öğrenciyi bir yardım ağına muhtaç etmeyecek gençlerin dayanışma ağlarını organize etme zorunluluğunu gün yüzüne çıkarıyor Sibel Ünli’nin intiharı ve diğer tüm intiharlar da.
Şu çok gariptir mesela, garip de değil ama sonradan düşününce… Kazanımın elde edildiği günden iki gün sonra Üsküdar Belediyesi’nden atılan işçilerle dayanışmaya gidildi. Üsküdar Belediyesi’nden atılan işçilerden bir tanesi de çok yakın dönemde intihar etmişti yoksulluk sebebiyle. Yani, intiharlarımız üzerinden bir dayanışma kurmak zorunda bırakılıyoruz. Öyle bir dönemden geçiyoruz. Ama bunu ters yüz edecek şey, bu gerçek somut dayanışma ağlarını kurabilmekten geçiyor. Bunu inşa etmeye yetecek bilgimiz, birikimimiz, donanımımız var aslında. Şimdi bunları birleştirmek zorundayız artık.
Şeyi de söyleyeyim, intiharlar meselesini salt ekonomik biçimde algılamak aslında çürümeyi bir şekilde kabul etmek demek. Çünkü bunların evet, temeli ekonomik, yani siyasal iktidarın söylediği biçimde “ekonomik değil psikolojik” demek istemiyorum. Ama tam tersinden de yok arkadaş yoksullaştıkça bu insanlar intihar ediyor demek de doğru değil. Yoksullaşmanın insanın hayatını değersizleştirmesiyle alakalı. Yani yoksulluk ve değersizliğin üst üste gelmesiyle alakalı bu intiharlar. Ve bunlardan bir tanesini görünmez kılmak, sorunun temelini görünmez kılmak demek. Yani dünyanın en yoksul ülkelerinde en ciddi direnişler örgütlenebiliyor ve bunun temeli aslında o değer üretme biçimi yani bu örgütlülüğün sağlanabilmesi. Biz örgütlenmeyi gündemimizden çıkardığımız için aslında bu tip bir değer üretememe sorunu içerisindeyiz. Bunu tekrar gündemimize zorunlu olarak da olsa yan yana durma zorunluluğumuzla da olsa almamız gerekiyor.
Bundan sonrası ile ilgili bir soru soracaktım, aslında bayağı bahsettin ama özel olarak söylemek istediğin bir şey var mı?
Şu var, şimdi üniversite gündemine geri dönelim. İstanbul Üniversitesi’nde hiçbir temel ihtiyaç karşılanmıyor, yani öğrencilerin hiçbir temel ihtiyacı karşılanmıyor. Bu böyle havalı ifade edince bir şeye benzemiyor da tuvaletlerde tuvalet kağıdı yok, öyle söyleyeyim. Kadın tuvaletlerinde ped yok, bu kadar temel ihtiyaçlar karşılanmıyor. Kulüplere ödenek sağlanmıyor, alternatif sosyalleşme alanlarına imkan sağlanmıyor. Bu yemeklere yapılan zamlar, geçen senelerde Üniversiteme Dokunma eylemlerini de içine alan özellikle İstanbul’daki yedi devlet üniversitesine yönelik geniş bir özelleştirme planının ufak ufak parçaları. Çünkü İTÜ’de biliyorsun özel işletmeleri ve yemekhaneyi boykot ediyor şu an öğrenciler. Burada da temel karşıtlık özelleştirme karşıtlığı. Yıldız Teknik’te bir zam yapıldı, burada öğrenciler bir meclis kurdu, burada da temel mesele bu. İstanbul Üniversitesi’ndeki mesele zaten böyle. Bunları bir kenara ayırıyorum, vakıf üniversitelerinde de durum aynı. Vakıf üniversitelerinde de eğitim ücretlerine, barınma beslenme ücretlerine, ulaşım ücretlerine çok ciddi zamlar yapılıyor ve buralarda hiç de öyle vakıf üniversiteleri öğrencileri zengin aile çocukları falan değil. Buradaki öğrenciler için çok ciddi zamlar bunlar ve burada da çok ciddi bir huzursuzluk doğuyor.
Her yerde küçük küçük mücadele odakları oluşmaya başladı bu meseleye dair. Çünkü bu gerçekten öğrencilerin artık üniversitelerde barınamaması anlamına geliyor. Derse girip çıkmak zorundasın çünkü orada yemek yiyemezsin, kantinde oturamazsın, kütüphanesinde yer bulamıyorsun. Mesela İstanbul Üniversitesi’nde değil öyle temel ihtiyaç falan depreme karşı bile bir hazırlık yapılmadı ve depremi çok ciddi bir şekilde hissetmesine rağmen, çok ciddi bir tedirginlik olmasına rağmen. Buna karşı önlemler dahi hala alınmıyor.
Bütçe nereye harcanıyor? Buralara olmadığını biliyoruz. Ama rektör Mahmut Ak’ın Mercedes’i var. Bunu ucuz bir figürleştirme için söylemiyorum ama dışarıdan görünen tabloyu netleştirmek için. Üç buçuk liraya yemek yemek isteyen öğrenciler ve Mercedes’e binen bir rektör. Yani bu karşıtlığın önünde hiçbir şey duramaz. Ne disiplin yönetmelikleri ne polis ne ÖGB hiçbir şey. Bu karşılığın kendini daha fazla göstereceği, daha belirginleşeceği bir döneme giriyoruz. Bütün üniversitelerde işte İTÜ, Yıldız Teknik, Boğaziçi, İstanbul Üniversitesi, Gebze Teknik Üniversitesi’nde yeni başladı süreç, Dersim’de Munzur Üniversitesi’nde başlamak üzere. Bütün üniversitelerde, Özyeğin Üniversitesi’nde, Sabancı Üniversitesi’nde buralarda öğrenci hareketinin temel sloganı yeni dönemde “müşteri değil öğrenciyiz.” Ve buraya yığınak yapmak, burayı beslemek, burayı büyütmek özelleştirme temelinde aslında üniversitenin hem ekonomik anlamda hem de ideolojik anlamda kamusal niteliğine sahip çıkmak demek olacak. Özellikle İstanbul Üniversitesi’nde bu özelleştirme dalgasının önünü ne kadar kesebilirsek bütün üniversitelerde ancak o kadar kesebiliriz. Çünkü İstanbul Üniversitesi’nin öyle tarihe odaklı bir misyonu var. Burada kesebildiğimiz ölçüde her yerde kesebiliriz, burada geçit verirsek her yerde geçit vereceğiz gibi görünüyor. O yüzden İstanbul Üniversitesi öğrencilerinin bu tip bir motivasyonla ikinci dönemde mücadeleye devam edeceğini söyleyebilirim.
Harika, çok teşekkür ederim Mert.
* Bu röportaj şurada yayınlandı: