Bologna Süreci, 90’ların sonunda Avrupa ve çevresindeki üniversiteleri ortaklaştırmaya ve Avrupa üniversitelerini bütün öğrenciler için bir cazibe merkezi haline getirmeye yönelik uzun soluklu bir program olarak açıklanmıştı. Açıklandığı andan itibaren ama özellikle de Viyana’da gerçekleştirilen toplantıdan sonra Bologna Süreci’nin bir özelleştirme dalgasının başat unsuru olduğu öğrenci gençliğin kitlesel ve militan mücadelesiyle bütün dünyaya ilan edilmiş oldu. Bu özelleştirme dalgasına karşı, enternasyonal sayılmasa da lokal örgütlenmelerin küresel çapta birbirini etkilediği ve iletişim halinde olduğu, koordineli bir itiraz dalgası da örgütlenmişti.
Prosedürel ifadesini “iş dünyasıyla işbirliği içinde olarak ihtiyaç duyulan bilgi ve donanıma sahip öğrencilerin yetiştirilmesi” hedefinde bulan bu dalganın kendisi ilk günkü etkisiyle (en azından Türkiye’de) tartışma konusu olmasa da özelleştirme ve piyasalaştırma çabası yükselerek sürüyor. Üniversiteyi, içiyle ve dışıyla tamamen piyasanın hizmetine koşmaya hazır ve istekli havarilerle, kahramanca dövüşecek örgütlü bir öğrenci gençlik şimdilik yok. Ama dikkatimizi dağıtmayalım, mevzilerimiz ve değiştirme gücünü hatırlamaya meyleden, bildiğimiz anlamda örgütlü olmasa da hızlı organize olma beceresine sahip dağınık bir kuşağın da söyleyecek bir çift sözü var.
İstanbul Üniversitesi’nde geçtiğimiz dönemin başında yemekhane fiyatlarına yapılan %30’a yakın zam, ufak bir forumun ve bir yol haritasının konusu olmaktan öteye geçemedi. Yoksullaşmayla isyan etme eğilimi arasında kesin bir doğrusal orantı olmadığından, geçtiğimiz yıllarda yemekhaneye yapılan aynı orandaki zamlara karşı yürütülen büyük eylemleri nostaljik bir duyguyla anma eğilimine karşı yüksek bir çabayla bu zamları duyurmaya çaba sarf ettik. Bu ufak itirazların, bir isyana dönüşmemesinde şüphesiz, zammın oranı ne kadar yüksek olursa olsun üniversite yemekhanesinin fiyatlarının hala dışardan hatırı sayılır derecede ucuz olması en önemli faktördü. Ancak fiyatların 18-18.5 liraya çekilmesiyle bu faktör ortadan kalktı ve “özelleştirme”nin sonuçları soyut, ideolojik bir kavram olmaktan çıkıp sahici bir gerçeklik olarak öğrenciler arasında hızla yaygınlaştı.
Bu sermaye devletinin, kamusal olana saldırılarının ne ilk ne de son örneği. Kamusal olanı özelleştirmeye, hak (hatta ihtiyaç) olanı lükse dönüştürmeye yönelik bu saldırılara eksik olmasını göze alarak neo-liberal yönü ağırlıklı saldırılar demiştik. Bu ayrımı, ideolojik yönü ağırlıklı saldırıların niteliğini belirginleştirmek ve ekonomik saldırının boyutunu ve bağlantılarını ifade etmek için kullanıyorduk ve kesişimsel niteliğini de özellikle belirtiyorduk. İstanbul Üniversitesi’ndeki eylemlerde de yemek hakkını savunan öğrencilere öfkeyle saldıran polis, bu kesişimin belirgin simgelerinden biri oldu. Devletin nasıl sermaye devleti olduğu, görünürde üniversite yönetimiyle öğrenciler arasında süren bir tartışmaya neden kolluk kuvvetlerinin de copla dâhil olduğu hemen kavrandı. Buna karşılık direniş sürdü, kapı bir kez sallandı, pankartlar bir kez asıldı, bunlar bir kez toplumsal kesimler tarafından duyuldu, artık kimse bunlar yaşanmamış gibi davranamaz. İstanbul Üniversitesi öğrencisi Sibel Ünli’nin intiharı da mutlaka sebebi açısından değilse de zamanı açısından yönetimi korkutan bir toplumsal öfkede karşılığını buldu. Yönetimi geri adım atmaya iten durumu, biz de kavrıyoruz: Bu eylemler bir fitili ateşlemesin, devamlılık ve yaygınlık kazanmasın, neredeyse her üniversitede belirginleşen itirazları isyanlaştıracak bir nitelik kazanmasın. Tamam, yemekler bir süreliğine daha ucuz olsun, yeter ki mücadele etmeyi kazanmanın yegâne yolu olarak işaret eden bir örneğe dönüşmesin…
Biz, bu korkuyu büyütmeyi bir görev olarak kabul ediyoruz. İstanbul Üniversitesi’nde yemekhane eylemlerinin ilk gününden itibaren her sabah erkenden kalkıp dayanışma sandviçleri hazırladık. Üniversite içinde ve dışında ulaşabildiğimiz bütün öğrenci kesimlerine eylemleri duyurmaya uğraştık. Sırf biz başka bir şey planlıyorduk diye, öğrencilerin planlarımızı aşan iradesinin önüne geçmedik, çoğunluğu örgütsüz öğrenci gençlik kesimleri içinde en ileri öznelerin iradesini tanıdık. Videolar çektik, haberler yaptık. Ana kapıya pankart asılırken bir ucundan biz tutup astık, polis saldırınca en önde direnenlerle birlikte cop yedik. Kimse adına konuşmadık, kimseye akıl vermedik, kimsenin sözünü kesmedik. Forumlarda konuşan bütün öğrencileri dikkatle dinledik ve fikrimizi hiç gizlemeden, en yalın haliyle dile getirmeye çalıştık. Kimsenin önüne geçmedik, pankartların önünde arkasında poz vermedik. Direnen bütün öğrencilerle beraber, yalnız yoldaşça bir çabayla eylemin güçlenmesi ve kazanması için uğraştık. Bütün bilgi, birikim, imkân, donanım ve tanışıklıklarımızı eylemi büyütmek için seferber ettik.
Mutlaka eksiklerimiz vardır ama biz, bulunduğumuz bütün alanlarda öğrencilerin iradesine, çabasına, emeğine, fikrine ve eylemine dayanan örgütlenmeler yaratılabilmesi için aynı çabayı kararlılıkla sürdüreceğiz. Bologna’da ilan edilen saldırıyı Beyazıt’ta karşılamaya, Özyeğin’de olgunlaşanı Bilgi’ye, ODTÜ’de yeşereni Yıldız Teknik Üniversitesi’ne, Munzur’u Ege’ye, Marmara’yı Ankara Üniversitesi’ne taşımaya ve öğrenci gençliğin kazanımla sonuçlanan mücadelelerini bütün memlekete ve toplumsal kesimlere yaymaya kararlıyız. Çünkü her yerde öğrenciler, gençler; hakları için, baskıya karşı, özgürlükten yana direniyor. Direniyoruz. Üniversiteleri şirket, öğrencileri müşteri olarak yönetmeye çalışanlara karşı “Müşteri değil öğrenciyiz!” isyanı her üniversitede yankı bulabilsin diye güçlenelim! Gençliği, sermaye ve onun siyasal iktidarına karşı bir güç haline getirmek için rektörlere karşı güçlenelim, şirketlere karşı güçlenelim, düzen medyasına, erkekliğe, polis şiddetine, bencilleştirmeye, yalnızlaştırmaya, özelleştirmeye karşı güçlenelim!