GK Notu: Mahir Çayan’ın 5 Ocak 1971’de SBF’de toplanan Dev-Gençlilere yaptığı konuşmayı bir kez daha paylaşıyoruz.
“Hareketimiz yeni bir döneme girmiştir diyoruz. İlk bakışta, dağınık ve örgütsüz görünmemize rağmen bu durum, yeni ve sıhhatli gelişmelerin habercisidir. Bugün Türkiye tam bir ekonomik ve siyasi buhranın içindedir.
Hâkim sınıflar kendi içlerinde fraksiyonlara ayrılmakta, geniş halk kitleleri bu baskı ve zorbalık düzenine karşı yer yer başkaldırmaktadırlar. Yönetemez duruma gelen hâkim sınıflar, devrimci mücadeleyi kökünden yok etmek için yeni oyunlar sahneye koymuşlardır. Artık Amerikan emperyalizmi, bugün Türkiye’de yıpranan oligarşik gerici yönetimi yenilemek konusunda kararlıdır. Toprak ayağımızın altından hızla kaymaktadır. Kaybedecek zaman kalmamıştır, biz hala, sınırlı özgürlük ortamının rehaveti içinde, uyuşukluktan kurtulamazsak, değişen durumları doğru değerlendiremeyiz. ‘İnsanlar tarihin akışını hep gerisinden takip ederler’. Onun için de, değişen şartlar karşısında, kendilerini yeni durumlara alıştıramamanın verdiği sıkıntıyla, etraflarında hep eskiyi, geride kalanları ararlar. Böyle kişiler hep şikâyet ederler, işlerin iyi gitmediğini söylerler. Bunu yaparken de üstelik samimidirler. En usturuplu laflarla, en beylik cümlelerle kendi görüşlerinin doğru olduğunu savunurlar; ama, doğru olan gerçeğin ta kendisidir. Politikada hata yapmamak için geriye değil, hep ileriye bakmak gerekir.
Bu yeni dönemin özelliklerini ele almadan evvel, kısa bir durum muhakemesi yapmamız gereklidir. Karşı devrim cephesinin taktiklerini iyice kavramadan ve sahneye konan oyunu iyice gözler önüne sermeden, doğru sonuçlar çıkarmak ve pratik görevlerimizi saptamak mümkün değildir.
Meseleyi iki yönlü ele almak gerekir; önce nasıl bir dünyada yaşıyoruz, içinde bulunduğumuz dünyanın ayırt edici özellikleri nelerdir, Türkiye üzerinde oynanan oyun nasıl sahneye konmaktadır? Ülkemizde sınıflar arası ilişki ve çelişkiler ne durumdadır, devrim ve karşı devrim cephesinin güç ve imkânları nelerdir ve bugün biz neyin kavgasını veriyoruz?
Nasıl bir dünyada yaşıyoruz? Kapitalizm en son aşamasına, sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesiyle tekelci aşamasına ulaştı. Bununla birlikte de dünyanın emperyalist ülkeler tarafından paylaşılması ve sonra yeniden paylaşılması gerçekleşti. Birinci emperyalist paylaşım savaşından sonra emperyalist güçler arasındaki kuvvet ilişkilerinin değişmesi, bu yeni ilişkilerin temeli üzerinde ikinci emperyalist yeniden paylaşımın da barışçı olmayan yollarla gerçekleşmesini sağladı.
Birinci ve ikinci paylaşım savaşları dünyanın birçok yerinde bir dizi devrimleri de beraberinde getirdi. Emperyalist zincir, halkanın en zayıf olduğu yerlerden koptu. Dünyanın üçte birine yakın kısmı sosyalist bloka dâhil oldu. Bugün Türkiye ve birkaç ülke bir yana bırakılırsa bütün sömürge ve yarı sömürge ülkelerde emperyalizme karşı silahlı kurtuluş savaşları verilmektedir. Ama birinci ve ikinci paylaşım ve yeniden paylaşım dönemlerinde olduğu gibi uzun bir süredir özellikle 1960-1970 arasında hiçbir yerde devrim olmamıştı. Yoksa bazılarının söylediği gibi emperyalizm güçlenmiş midir? Tam tersine emperyalizm zaten çöken, çürüyen kapitalizmdir. Dünyanın dört bir yanından aldığı yaralarla, yaralı bir hayvanın saldırganlığı içine girmiş, taktik planda güçlenmiş, daha çok hesaba katılması gereken bir güç haline gelmiştir. Bugün, bir yanda emperyalist ülkelerin kendi aralarındaki çelişkiler ayakta dururken, öte yandan da tekeller arasında bütünleşme ve hepsinin çıkarları aynı olduğu sürece geçici bir birbirine yakınlaşma söz konusudur. Ve Amerikan emperyalizmi, emperyalizmin dünyadaki jandarması olma görevini yükümlenmiştir. Emperyalist ülkelerin kendi aralarındaki ufak çıkar çatışmalarına rağmen ortak bir tehlike önünde dayanışmaları oldukça önemlidir. Örneğin 1968 Mart’ında dolar krizi meydana çıkar çıkmaz başta De Gaulle Fransa’sı olmak üzere bütün diğer emperyalist ülkeler ABD’nin yardımına koşmuşlardır. Çünkü bu kriz doğrudan doğruya emperyalist kapitalist sistemi tehlikeye atıyordu. Gene aynı şekilde, NATO’dan ayrılma meselesinden dolayı aralarının soğuk olduğu bir dönemde Fransa’da, frangın çöküşü karşısında ABD bankaları frangı daha fazla sarsıntıdan koruyan bir davranış gösterdiler. Uluslararası para fonu ve batılı merkez bankaları Fransa’ya önemli krediler verdiler. ABD Hazine bakanı yardımcısı, ABD’nin bu kredilere büyük katkısının, frangın yıllardır dolara karşı giriştiği saldırıya rağmen karar altına alındığını belirtti. Çünkü frangın çöküşü bütün batı para sisteminin ve özellikle İngiliz parasının çöküşüne sebep olabilirdi. ABD, Fransa’daki bir krizin, masraflarını kendisinin ödemek zorunda kalacağı uluslararası bir para krizini başlatmasından korkuyordu. Emperyalist ülkelerin kendi aralarındaki çelişkiler mevcut dururken öte yandan hepsinin ortak çıkarlarını ilgilendiren konularda birbirleriyle dayanışmaları ilginçtir. Genel olarak bütün ekonomik hayatın uluslararasılaşmasıyla, emperyalist gövde üyelerinden birini etkileyen bir hastalık bütün organizmayı tehlikeye düşüreceği için ortak tepki göstermek zorunlu olmaktadır. Bu zorunluluğun ayrıca askeri, politik nedenleri de vardır.
Bugün emperyalist ülkeler, sömürge ve yarı sömürge ülkelere hammadde ve dış Pazar bakımından bağımlı durumdadırlar. Özellikle hammadde deposu olan yarı-sömürge ülkelere emperyalist ülkelerin bağımlılığı gün geçtikçe artmaktadır. ‘1964 yılında emperyalist ülkelerin petrol konusundaki bağımlılıkları %48 idi. Bu ihtiyaçları 1980 yılında en az %65’e ulaşacak. Demir karşısındaki emperyalist bağımlılık daha şimdiden ihtiyaçlarının 1/3’üne ulaşmıştır. Manganez ve krom madenleri karşısında, emperyalist bağımlılık, yarı-sömürge ülkeler yönünden gelen bütün ithalatın tümüne ilişkindir. Kalay için bağımlılık hemen hemen tümüne aittir. Bakır ihtiyaçlarının yüzde 40’ı bağımlıdır ve bu artmaktadır vs.’ Görüldüğü gibi, emperyalist sömürünün devamı, emperyalist ülkeler için hayati önem taşımaktadır. Çünkü emperyalist ülkelerin zenginliğinin nedeni, yarı sömürge ülkelerin fakirliğidir. Emperyalizm bu sömürünün devamı için kararlıdır; askeri, politik, ekonomik bütün kaynaklarını buna seferber etmiştir. Örneğin, ABD silahlı kuvvetlerinin 1920 yılında üç yabancı ülkede, ikinci dünya savaşı sırasında 39 yabancı ülkede, bugün ise 64 yabancı ülkede üslenmiş olduğu bilinmektedir. Buna paralel olarak, ABD bankalarının da dünyayı istila etmeleri çok önemlidir. Yabancı ülkelerdeki ABD bankalarının şubelerinin artış tablosuna bir göz atınca, özellikle 1960-70 arası dönemde büyük bir artış olduğunu görürüz. Emperyalist ülkelerin sömürge ve yarı sömürge ülkelere bağımlılığı, birinin varlığını diğerinin ezilmesine borçlu olması, çağımızın baş çelişkisinin emperyalizm ile yarı-sömürge ülkeler arasında olduğunu belirler. Johnson’un kişisel danışmanı Amerikalı iktisatçı W. W. Rostow şöyle demektedir: ‘Geri kalmış ülkelerin, toprağı, doğal kaynakları ve nüfusu öyle bir durumdadır ki, bu bölgeler gerçekten Komünist Blok’a bağlanacak olsalardı, ABD dünyanın ikinci gücü olmak durumuna düşerdi. Dolaylı olarak geri kalmış bölgelerin evrimi, yapısı icabı zorunlu olarak, Batı Avrupa’nın ve Japonya’nın kaderini ve buna göre, yönetmek vekâletine sahip olduğumuz hür dünyanın ittifakındaki sanayileşmiş bölgelerin etkinliğini tayin eder. Eğer geri kalmış bölgeler, komünist egemenliği altına düşerlerse Batı Avrupa’nın ve Japonya’nın ekonomik ve askeri gücü azalacaktır. Bugün organize durumuyla Commonwealth dağılacaktır ve Atlantik dünyası, en iyi ihtimalle, sınırlı bir yörüngenin dışında, etkinliğini kaybetmiş, uygulama yeteneğinden yoksun zavallı bir ittifak durumuna düşecek ve bunun sonucu olarak da evrensel güç yitirilecektir. Kısacası, Batı Avrupa’nın ve Japonya’nın kaderi kadar bizim askeri güvenliğimiz ve hayat tarzımız da, geri kalmış bölgelerin evrimi içinde söz konusudur. Demek oluyor ki, bir taraftan Batı Avrupa’nın sanayileşmiş devletlerini ve Japonya’yı, öte taraftan Asya’nın, Ortadoğu’nun ve Afrika’nın geri kalmış bölgelerini bir armoni ve makul birlik içinde kuşatan bir hür dünya koalisyonunu geliştirmekte çok büyük ve çok aşikâr bir çıkarımız vardır.’ Rostow’un emperyalist kampın büyük savunma aracı olarak gördüğü emperyalist ülkeler arasındaki ‘dayanışma’, İkinci Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkmıştır. Bu önceleri, Sovyetler Birliği’ne ve Sosyalist Blok’a karşı yönelmişti. Ama ne var ki, Sosyalist Blok içinde modern revizyonizmin ortaya çıkması ve ‘barış içinde bir arada yaşama’ maskesi altında her türlü dümenlerin çevrilmesi durumu değiştirmiştir. Artık emperyalistler modern revizyonistlerden pek fazla çekinmemektedirler. Artık emperyalistlerin bütün silahları yarı-sömürge ülke halklarının üstüne çevrilmiş bulunuyor. Ve içinde bulunduğumuz dönemde, dünyamızda asıl mücadele yarı-sömürge ülkelerde verilmektedir. Onun içindir ki, ‘ülkesel kurtuluş’ yerini artık bölgesel kurtuluş sloganına bırakmıştır. Artık ezilen, sömürülen hakların birbirleriyle dayanışmasından, ortak mücadeleden başka çıkar yol kalmamıştır. Bir yanda, yırtıcı bir hayvanın saldırganlığıyla emperyalizmin azgın pençesi, öte yanda azalan Sosyalist Blok’un desteği. İşte içinde bulunduğumuz dönemin ayırt edici özellikleri. Böyle bir dünyada, birinci ve ikinci emperyalist evren savaşları döneminin devrim anlayışı, yerini çoktan tekelci kapitalist dönemin devrim anlayışına terketmiştir. Saldırgan düşmanı, onun en kuvvetli olduğu yerlerde değil, en zayıf yanına vurarak yenebiliriz. Bu gerçeği kavramadan devrimi zafere götürmek mümkün değildir.
Emperyalizm ve yerli hâkim sınıflar elele, bütün yarı-sömürge ülkeler alabildiğine talan edilmekte, sömürülmektedir. Bu ülkelerin, bütün toplumsal hayatını belirleyen unsur, emperyalist sömürünün varlığıdır. Topluma damgasını vuran asıl güç budur. Her gün yüzlerce gazete ve radyolarda, yerli ajanlarıyla emperyalizm yarı sömürge halkların beynini yıkamakta, insanları kısırlaştırmak, hareketsiz bırakmak için elinden geleni yapmaktadır. Korkunç bir dejenerasyon, bir avuç zenginliğin yanı sıra, sefaletin en şiddetlisi kol gezmektedir.
Dünyanın çeşitli yerlerinde kazandığı ustalıklarla emperyalizm devrimci mücadele karşısında artık oldukça tecrübelidir. Bugün Amerikan emperyalizmi Uzak Doğu’da iyice yıpranmış, Hindiçini halklarının ortak direnişiyle tam bir çıkmaza girmiştir. Son Kamboçya saldırısı saldırgan düşmanın ölmeden evvel yaptığı bir intihar hareketinden başka bir şey değildir. Onun içindir ki, gerek ekonomik, gerek askeri ve stratejik konumu bakımından son derece önemli olan Ortadoğu, bundan böyle devrimci fırtınanın asıl merkezi haline gelmiştir. Bu bölgede, Türkiye hariç her yerde gerici, işbirlikçi iktidarlarla emperyalizm, hiç olmazsa şimdilik, durumunu sağlama bağlamıştır. Türkiye’de ise bugün işbirlikçi iktidar Amerikan emperyalizminin çıkarlarının korunmasında tam başarılı olamamaktadır. Gelişen, güçlenen sınıf mücadelesini önleyememektedir. Onun için mutlaka bir yönetim değişikliği olmalı, zincirin Türkiye halkası da sağlamlaştırılmalıdır.
Bu oyun nasıl tezgâhlanacaktır? Bugün Türkiye’de, uluslararası finans-kapitalle bütünleşmiş olan yerli finans kapitalin diktatoryası vardır. Türkiye’nin düzeni budur. Yerli finans-kapital güçlendikçe, kendi hâkimiyetini perçinledikçe, finans-kapital artığıyla geçinen orta burjuvazi, kendi varlığını tehlikede görerek oligarşik yönetime başkaldırmıştır. Burjuvazinin tekelleşememiş kanadı, tekelleşmeye karşı direniyor. Devletin sınıfsal yapısındaki denge unsurunun, gittikçe oligarşik gerici yönetim tarafına ağır basmasına karşı çıkıyor.
Küçük burjuvazi, vergiler, zamlar, pahalılık yüzünden hoşnutsuz. İktidara karşı başkaldırmaya hazır. Devrimci gençlik zaten mücadele içinde. Öte yandan, gün geçtikçe, işçi ve köylü kitlelerindeki kıpırtı da hızlanıyor. Yani Türkiye’de bugün ne yönetici sınıflar tam bir bütünlük içinde, ne de yönetilenler bu gidişten memnun.
Sonra, yerli finans-kapitalle emperyalizm arasındaki çelişki de gittikçe artmaktadır. Emperyalizm, yerli tekelci burjuvazinin çok fazla güçlenmesini istemez. Yeri gelince biraz törpüler, ona gem vurur. Demirel’in Sovyetlerle yaptığı son yardım anlaşmaları da, artık sınırı aşma yolunda! CIA boşuna ha bire uçak kaçırma dolapları çevirmiyor.
O zaman ne yapmak lazımdır? Emperyalizm, zaten yıpranmış Demirel iktidarından artık ümidi kesmiştir. Bu, artık açık açık söyleniyor. O zaman, önce karşı devrim cephesi kendi içinde toparlanmalıdır. Gerekçesi zaten hazırdır. Bütün ekonomik çöküntü, vergiler, zamlar ve bunalım nedenleri gençlik hareketlerine bağlanır. ‘Artık bu gençler de fazla olmaktadır. Onları gören işçiler ve köylüler de azıtıyor. Bir çare bulunmalıdır!’ Önce kamuoyu hazırlanır. Bilindiği gibi küçük-burjuva kamuoyu milliyetçidir, devrimcilerin milli bütünlüğü bozduğu yaygarasıyla ortalık birbirine katılır. Hür basın ne güne durmaktadır, her gün çarşaf çarşaf beyanatlarla kamuoyu adeta sağırlaştırılır. Atatürkçülük mü; karşı devrim cephesi birden bire en keskin Atatürkçü kesilir. Yerden biter gibi ortaya çıkan sözde Atatürkçü örgütlere radyoda bildiriler yayınlatılır. Nail Karaçam arkadaşımızın cenaze töreni sırasında kimler tarafından kırıldığı bilinmeyen Atatürk resmi istismar edilir. Bütün gerici örgütler, devrimcilerin Atatürk düşmanı olduğu yaygarasıyla ortalığı birbirine katarlar. Arkasından kamuoyunu şaşkına çevirecek birtakım dümenler çevrilir. Türk-İş’e bomba koyma, ya da rastgele patlamalarla, tam faşizm öncesi dönemlerde herkesin kafasını allak bullak edecek olaylarla zemin iyice hazırlanır. Artık, birbirinin zıddı olmayan iki alternatif vardır: Ya parlamento içi gerici bir koalisyonla yetinmek, ya da açık askeri bir dikta. Orta burjuvaziye iktidar koltuğunun ucu gösterilerek tava getirilir. Kamuoyu en azından tarafsız halde tutulmalıdır. ‘Hem sağa hem sola vurulur!’ Sonra sol tecrit edilir. Artık her şey tamamdır. Yüksek rütbeli generallere beyanatlar verdirilir. Öyle bir hava yaratılıyor ki, eğer devrimci mücadele bastırılmazsa Türkiye elden gidiyor! Ulusal bütünlüğü korumak için Sunay harekete geçer. Bütün partilerle ortak toplantı kararı alınır, parlamentoya yeni kanunlar getirilir.
İşte oyun budur. Faşizm kol gezmektedir. Türkiye’de Amerikancı olduğunu iddia ederek gelecek bir faşist yönetim beklemek ve bunun dışında faşizm olmaz demek, açıkça meseleyi tahrif etmektir. Türkiye’nin orijinalitesi budur. Karşı devrim cephesi neyi, nasıl kullanacağını çok iyi bilmektedir.
Karşı-devrim cephesinin bu derece telaşa kapılması nedendir? ‘Üç-beş öğrenci hareketi’, onları neden bu kadar korkutmaktadır? Karşı-devrimciler mevcut durumu, devrimciyim diyen birçok unsurdan daha doğru değerlendirmektedirler. ‘Bugün artık gençlik hareketleri fakültelerin sınırlarını çoktan aşmıştır. İç savaş haline dönüşme eğilimindedir’ diyorlar. Gerçekten de devrimci gençliğin mücadelesini sadece öğrenci hareketi olarak sınırlamak yanlıştır. Artık bir nitelik değişimi söz konusudur. Devrimci gençliğin tutuşturduğu meşale bugün işçiler ve köylüler tarafından da taşınmaktadır. İşçilerin ve köylülerin karşısına hâkim sınıflar polisiyle, jandarmasıyla, sivil militarize güçleriyle çıkıyorlar. Devrimciler sokak ortasında kurşunlanıyor. Karşı-devrim cephesiyle devrim cephesi arasındaki iç savaş, önce devrimcilerin en güçlü olduğu alanlarda başlar ve giderek bütün topluma yayılır. Artık ülkemizde, ‘barış döneminin’ sınırlı özgürlük ortamı geride kalıyor. Artık yeni bir dönem başlıyor. Kim bu mücadelede en önde yürürse; kim düşmanın en çok çekindiği, korktuğu güç haline gelirse, kim gözünü kırpmadan ölüme gitmeye tereddüt etmezse ve kim doğru devrimci teorinin aydınlattığı yolda oportünizme ve her türlü sapmaya karşı en uzlaşmaz mücadeleyi verirse, bu mücadeleyi o zafere götürebilir. Büyük bir devrimcinin dediği gibi, ‘devrim için dövüşmeyen sosyalist olamaz’. Karşı-devrimci güçlerin bizden, yani devrimci güçlerden daha örgütlü olduğu açıktır. Karşı-devrimin saldırısı hızlandıkça, baskı ve terör arttıkça, açıktır ki, oportünizmin saldırısı da artacaktır. Bu durumda ne yapmak lazımdır? Güç ve imkânlarımız nelerdir? Bunları nasıl seferber edebiliriz?
Bugün proleter devrimci hareket henüz parti seviyesinde bir örgütlenmeye gidememiştir. Elimizdeki tek savaşçı örgüt Dev-Genç’tir. Dev-Genç, devrimci gençliğin kitlevi teşkilatıdır ve içinde çeşitli unsurları barındırmaktadır. Fakat bugün proleter devrimci ideoloji ve yönetim Dev-Genç’te hâkim durumdadır. Parti seviyesinde bir örgütlenme olmadığından, Dev-Genç bugün kısmen bir partinin yapacağı işleri de omuzlamıştır. Türkiye’nin her yerinde, mantar gibi gençlik örgütleri ortaya çıkıyor. Devrimci gençler, hem sınıfların mücadelesinin en önünde, kitlelerle iç içe mücadele verirken, hem de oportünizme karşı en sert ve uzlaşmaz mücadeleyi veriyorlar. Eğer bugün hareketimizin güç ve imkânlarından bahsedebiliyorsak, ‘hareketimiz dostun düşmanın kabul etmek zorunda kaldığı bir hareket haline gelmiştir’ diyorsak, bu neyi gösterir? Somut duruma bakınca her şey apaçık ortada. Devrimci gençlerden başka, mücadelenin bu kadar içinde, kitlelerle bağlar kuran başka bir güç var mı? Güç ve imkânlarımız neler? Hiç hayale kapılmaya gerek yok. Kendi gücünü bilmeyen bir hareketin ayakları havada demektir. Bütün eksiklikleriyle, bütün hata ve zaaflarıyla elimizdeki kadro budur. Gençlik hareketleri, harekete sağlam devrimci kadrolar yetiştiren önemli bir kaynaktır. Devrimciliği meslek edinen kadrolar, içinde bulunduğumuz dönemde daha çok buradan çıkmaktadır. İşçi ve köylü devrimcilerin sayısı henüz çok azdır. Bütün bunlar, bizi, gençlik hareketlerini ve onun örgütü olan Dev-Genç’i, ne olduğundan fazla görmeye, onun gücünü abartmaya, ne de onu olduğundan daha aşağı seviyede görmeye götürmelidir. Bunların ikisi de yanlış görüşlerdir. Gerçek durum ne ise onu olduğu gibi koymak gerekmektedir. Dev-Genç bir parti değildir. Ama kimse bize gökten kendiliğinden parti indirmeyecek. Parti de, ‘öz örgüt’ de bu hareketin içinden ortaya çıkacaktır. Türkiye’nin pratiği budur. Bunu inkâr etmek, gerçeği inkâr etmektir. ‘Devrimci gençler bugün haddinden fazla yükün altında eziliyor. Bu proletaryanın öz örgütü olmadığı için böyle. Artık gençlerin bu yükü devretmelerinin zamanı gelmiştir’ görüşü temelden yanlıştır. Kime hangi yükü devredeceksin, devrimin ateşini içinde duymayan, devrimciliği kendisine meslek edinmeyen küçük-burjuva aydınlara mı? Yoksa ‘tecrübeli proleter devrimcilerine’ mi? Eğer bir mücadele veriliyorsa, herkes bunun bir ucundan tutar. Görev, hareket içinde devralınır. Gerçek birlik mücadele içinde kurulur. Kim mücadele içindeyse, kim ‘boş gecelerini değil de, bütün bir ömrünü devrime vermişse’ o, bu görevi yüklenir. Yoksa yukarıdan icazet vermeyle bu işler olmaz. Elimizdeki ölçü, sınıflar mücadelesi içinde en önde mücadele etmek olmalıdır. Bir kişi dün bu görevi yerine getirebiliyorsa, o zaman devrimci olabileceği gibi, bugün bunu aksatıyorsa devrimci olamaz. Herkes kendini iyi tartmalıdır. Boş hayallerle avunmak zamanı geride kalmıştır.
Gene unutmayalım ki devrimci gençler, her dönemde oportünizmin başına bela olmuşlardır. Aybar devrimci gençlere küfür ederek başlamıştı, arkasından ‘sosyalizmin güleryüzü’ sırıttı ve oportünizmin batağına gömüldü. Sonra Aren-Boran kliği aynı yolu denediler, ‘faşizm gelir’ yaygarasıyla devrimci mücadelenin önüne set çekmek istediler. Gelişen mücadele onların da ipliğini pazara çıkarttı. Arkasından PDA oportünizmi ‘anarşistler’, ‘sol sapmalar’ diyerek aynı yolu denedi. Gene onlar da dar bir küçük burjuva kliği olarak tecrit oldular. Durum onu gösteriyor ki, devrimci gençlik bu görevi bir süre daha yürütecektir. ‘Gençlik artık fazla yük olmaya başladı’ diyen ve ‘gençlerin geçen yıl ideolojik düzeyi yüksekti, her söyleneni anlıyorlardı, bu yıl ideolojik düzey düştü’ demagojisiyle kendi oportünizmini devrimci gençleri kötüleyerek ayakta tutmak isteyen görüşün de son tahlilde yeri oportünizmin bataklığıdır.
Gerek gerici parlamentarizmin bataklığında boğulan TİP oportünizmi gerekse aydın gevezeliğinden bir adım öteye gitmeyen PDA oportünizmini yıkan, mahkûm eden, devrimci gençliğin ve gelişen sınıf mücadelesinin pratiği olmuştur. Her iki oportünizme karşı da sağdan bir ideolojik mücadeleyle, büyük zaferler kazandığını sanan ve sahte şatolarla, düzmece birliklerle büyük işler yaptığını iddia eden görüş iflas etmiştir. Hiç kimsenin hiçbir şey bilmediği bir ortamda, tam bir kör döğüşü kaosu içinde, durumu idare etme dönemi, artık geride kalmıştır. Yeni bir döneme girdiğimizi, bütün bu sancılı durumun hep, daha güçlü bir atılımın doğum sancıları olduğunu söylüyoruz. İçine girdiğimiz bu yeni dönemin en belirgin özelliği, artık, bilimsel sosyalizmi öğrenen (en azından öğrenme yolunda kararlı olan) devrimciliği kendine meslek edinmiş genç kadroların ortaya çıkmasıdır. Devrimci mücadelenin köşe taşı bu kadrolar olmak zorundadır. Türkiye’nin somut pratiği budur. Eğer bugün ülkemizde, sol hareket içinde ikide bir yeni bölünmeler ortaya çıkıyorsa, bu bizim hareketimizin gittikçe güçlenen ve güçlendikçe arınan bir hareket olmasındandır. Bu, bütün yarı-sömürge ülkelerde de böyledir. Geçmişin bize bıraktığı kötü alışkanlıkları temizlemek, kuyrukçuluğu kökünden kazımak o kadar kolay bir iş değildir. Hele, bizdeki gibi her türlü pisliği içinde barındıran bir sol hareketin gerçek temeline oturmasının da başka yolu yoktur. Eski alışkanlıkları kökünden yıkıp atmalıyız. Kuyrukçu çalışma tarzını temelinden değiştirmeliyiz. Bütün bunlar, bize pahalıya da otursa, ‘güç yitimiyle’ de sonuçlansa buna mecburuz. Çünkü asıl güç kaybı oportünizmle beraber olmakla olur.
Bütün bunlar nasıl yapılacaktır, kim yapacak bunları? Büyük iddialarla ortaya çıkmak kadar yanlış bir şey yoktur. Ne var ki somut durumu da doğru tahlil etmek zorundayız. Kim bu batağa en az saplanmışsa, kim düzenin bir parçası haline gelmemişse, kim gerçekten davranışıyla devrimin gerçekliğini içinde hissederek bu mücadeleye katılmışsa, kim kendi içinde devrimi tamamlamak konusunda azimliyse devrimci hareketin geleceği ona bağlıdır. En ufak bir pislik götürmeyen sınıflar mücadelesinin objektif gerçeği budur. Ne yapmalıyız? İşte kendi subjektif örgütlü gücümüz bu durumda. Elimizdeki tek militan örgüt Dev-Genç. Onun devrimci hareket içindeki yeri apaçık ortada. Dev-Genç bu teşkilat yapısıyla, bugünkü durumuyla bu mücadelede nereye kadar gidebilir? Dev-Genç’in örgüt yapısıyla mücadele tarzı birbirine uymamaktadır. Onun için aradaki bu çelişki bize pahalıya oturmaktadır. Verilen kayıpların birçoğu, bu çelişkiden dolayıdır. Şüphesiz tek neden bu değildir. Ama özellikle önümüzdeki dönemde, eğer tedavi edilmezse bu çelişki bize daha da pahalıya oturabilir. O halde, Dev-Genç kendi teşkilat yapısını yeniden gözden geçirmelidir. Bununla birlikte, karşı-devrimci güçlerin ‘askeri taktiklerine’ göre, biz de yeni mücadele yöntemlerini denemeliyiz. Artık ‘göğüsleyecek sınır’ kalmadı. Daha fazla ‘göğüslendimi’ kurşunu göğsünün ortasına yersin. O halde askeri taktikleri de bu yeni duruma göre ele almalıyız. Mücadele sahasını ve çatışma zamanını kendimiz tayin etmeliyiz. Bu da ancak inisiyatifi ele almakla mümkündür.
Devrimin yolunu sağlam bir teori aydınlatmazsa, devrimin yolu karanlıktır. Kim vurduya gidenlerin sayısı gün geçtikçe artar. Ülkemizde de bu böyle olmuştur. Genç kadrolara, daha önceden batakçılıktan başka pek az miras kalmıştır. O zaman kendin deneyip hareket içinde doğruyu bulacaksın. Bundan başka yolu yoktur. Sağlam bir teori de yoksa elimizde, kafamızı sık sık duvara vurmamız kaçınılmazdır. Ne zaman ki, sınıf pusulasını elimize alırız, o zaman her şey yerli yerine oturur. Bu durum gençlik hareketleri içinde de bir sürü hastalığın türemesine yol açmıştır. Devrimci hareketin genel hastalıkları, genç kadrolara da bulaşmıştır. Gençlik içinde dejenerasyon gittikçe körüklenmiş, had safhaya gelmiştir. Devrimci militanlar hep kendi dışındaki güçlerden bir şeyler beklemişler, ‘kralsan ordularının başına geç’ mantığıyla hareket etmişlerdir. Ama krallık, şeyhlik devrinin çoktan sona erdiği yeni yeni anlaşılmıştır. Şimdi yapılacak iş, sıkı bir ideolojik eğitimle devrimci safları perçinlemektir. Kararlı olmak, hiçbir güçlükten yılmamak zorundayız.
Önümüzdeki günlerde Dev-Genç üzerinde önemli oyunlar dönecektir. Bir yanda pusuda bekleyen oportünizm, öte yanda da karşı-devrimin yoğunlaşan saldırısı. Ne var ki, bütün bunlar, eğer üstümüze düşen görevleri yerine getirirsek bertaraf edilemeyecek şeyler değildir. Varsın, saldırılar üstümüzde yoğunlaşsın. Doğru devrimci çizgide gelişen hangi hareket, dünyanın neresinde serbest bırakılmıştı ki.”
Kaynak: Turhan Feyizoğlu, “Mahir: On’ların Öyküsü” (s. 575-580), Ozan Yayıncılık, Nisan, 2006, İstanbul.