FİBG: Benzemezlerin ittifakı mı, anti-emperyalist gençlik hareketi mi? – Ünsal Uslu

İsrail’in 75 yıldır sürdürdüğü, 7 Ekim’den sonra dozunun katlanarak arttığı Filistin halkına dönük soykırımı, bir gün Netenyahu’nun savaşı bölgesel bir evreye çekme hamleleri, başka bir gün ateşkes söylentileri ile birlikte tüm şiddetiyle devam ediyor. Buna paralel olarak İsrail’e ve kolektif batıya karşı elde silah direnen Filistinlilerin ve dünyanın dört bir yanında bu direnişe destek olanların mücadelesi de sürüyor. 7 Ekim’den bugüne dünyada öğrenci toplulukları, sendikalar, anti-emperyalist örgütler, sokakları aşındıran Filistin yanlısı eylemciler çeşitli taleplerle ve birbirinden farklı yöntemlerle ortaya bir mücadele pratiği koydular. Direnişe elinden geldiği, gücünün yettiğince destek vermeye çalışan gruplardan biri olarak bu yazıyı kaleme almaktaki amacımız; bu topraklarda büyütmeye çabaladığımız direniş çağrılarının bizim siyasetimize yansımalarını ve memleket genelindeki geçmiş ve güncel etkilerinin hakkaniyetli bir değerlendirmesini yapmaktır.

Günümüzde büyütülecek bir anti-empeyalist mücadelenin ilk görevi nasıl bir düşmana karşı mücadele ettiğimizin ve bu yolda karşılaştığımız güçlüklerlerin bir değerlendirmesini yapmak, bu değerlendirmeler ışığında önümüzdeki süreçte “Ne Yapmalı?” sorusuna cevaplar aramak diye düşünüyoruz. 

Önceki yazılarımızda ve katıldığımız televizyon programlarında bahsettiğimiz üzere, Filistin İçin 1000 Genç’in kuruluşu 7 Ekim sonrasında Gençlik Komiteleri ve Emek ve Adalet Platformu’nun katıldıkları/düzenledikleri meydan eylemleri ve konsolosluk nöbetlerine dayanıyor. Değişik toplumsal örüntülerden gelen küçük gruplar, iktidar güdümündeki STK’lar, siyasi partiler; etkisi ve sesi kendi mahallelerini aşmayan eylemler yapıyorlardı. Türkiye’de yüreği Filistin’le atan milyonlar vardı. Halk İsrail’in saldırılarına tepkiliydi ancak bu tepki iktidar tarafından, onun kullandığı çeşitli kurumlar ve araçlarla kurduğu hamasi bir anlatı ile soğuruluyor veya hedefi şaşırtılıyordu. Bu soğurma ve hedef şaşırtma siyasetinin anlatılanın tam aksine işaret eden somut gerçeklerin önünde adeta bir bariyer işlevi görüyordu. Toplumsal mücadeleler zemininde solda alışılagelmiş pratiklerle yıkılamayan bu bariyerleri aşmak için farklı bir siyasi perspektif ve mücadele pratiğine ihtiyaç olduğunu düşünüyorduk.
Filistin için 1000 genç; “Filistin Direnişinin taleplerini ve Filistin halklarıyla gerçek bir dayanışmayı bu topraklarda yaygınlaştırmayı kendine görev… edinerek kuruldu” ve “… soykırım-sömürge işbirlikçisi sermayenin laik ya da muhafazakar, soykırım-sömürge işbirlikçisi siyasetin iktidar ya da muhalefet ayrımı olmaksızın teşhirine ve bunun üzerinden gelişebilecek anti-emperyalist, anti-kapitalist temeldeki mücadelesine… odaklandı.” [1]

Türkiye Cumhuriyeti Devletinin bütün kurumsal söylemlerinin aksine, özellikle 7 Ekim sonrasında İsrail’in bir müttefiki ve işbirlikçisi olarak net pozisyonu, birtakım sosyalist kurum ve örgütlerin hedefi oldu. İsrail’le TC arasındaki ticari, askeri, diplomatik, akademik ilişkilerin kesilmesi talepleri sıklıkla dile getirildi. Bizler, bu taleplerin tamamına katılmak ve mücadelede önümüze bir hedef olarak koymakla birlikte, solun hakim olan örgütlü gövdesini toplayarak durduğu yerden direnişe selam yollama alışkanlığından özellikle kaçındık. Söz konusu alışkanlık, bir meydanda toplanılarak taleplerin sıralandığı, direnişe temenni, düşmana tehditlerle dolu, iddialı ajitasyonların atıldığı, ancak bir türlü bunun ötesine geçemeyen bir siyaset ve eylem yapma biçimi olarak kendini gösteriyordu.

Bu örneğin aksine somut kazanımlar getirecek siyasetin; durağan değil dinamik, söylemenin önüne eylemeyi koyan, muhatap aldığı hedefi somutlaştıran ve en önemlisi, genel ve geniş taleplerin yerine halkın en geniş kesiminde karşılık bulup kamuoyuna mal olabilecek spesifik talepler etrafında örmek olduğunu iddia ettik. İlk bakışta tüm sosyalist siyasetin söylediğinden farklı durmayan bu taleplerin en farklı yanı hızlıca düşmanı teşhir etmesi ve siyaset-sermaye arasındaki sarsılmaz ittifakı Filistin özelinde soykırım işbirlikçiliği çerçevesinde teşhiriydi. AKP-MHP iktidarının hamasi söylemlerini hedefine koymakta da geri durmadık ve İsrail’le ticaret FİLİSTİN’E İHANET söylemini sahiplenerek kamusallaşmasına ve iktidar sahiplerinin en korunaklı alanları saydıkları miting meydanlarında yüzlerine haykırarak kitleleri bu söylem ve “İsrail’le ticareti kes” talebi etrafında birleşmeye çağırdık. İlk andan itibaren sermayenin soykırım şartlarından bir birikim süreci yarattığını haykırmamız, patron örgütlerine ve korunaklı sermaye merkezlerine dokunulabildiğini göstermemiz sonucunda adım adım ticaretin kesildiği noktaya geldik.

Böylece; siyaseti somut talepler etrafında örmek, sermayenin, onun devletinin ve emperyalist düzenin tüm ilişkilerini ve çelişkilerini elle tutulur, gözle görülür hale getirmek FİBG’nin temel hareket noktası oldu.

Yalnızca işgalci ile olan ilişkilerin ifşası ve bu ilişkilerin kesilmesi talebi tek başına bir boykot kampanyasının önüne geçemezdi. Böylesi bir misyonla bir araya gelen bir toplam, kaçınılmaz olarak belli bir siyasi çizgiden, programatik bir dayanaktan yoksun olurdu ve örnekleri çokça bulunan boykot gruplarından farksız olurdu.

FİBG, bir hareket olarak kurulduğun günden bu yana yukarıda tariflediğimiz biçimin dışına çıkan bir politik hat inşaa etti. 

FİBG de diğer birçok kurum gibi siyasetini anti-kapitalist, anti-emperyalist ve anti-siyonist bir zemin üzerine kurdu. Diğer kurumlardan farklı olarak FİBG; yürüttüğü sıkı, tutarlı ve daha cesur eylem pratiğiyle ve ülkenin iç siyasetindeki ideolojik ve kültürel kamplaşmaya takılmayıp gerçekten Filistin direnişinin sesi olan sosyal medya propagandasıyla gençleri bu siyasi zeminde bir araya getirdi. Bu heterojen yapıdan dolayı ortaya çıkabilecek olası çatışmaları, FİBG kendi somut talebi için sıkı ve yoğun bir “birlikte mücadele” pratiğiyle aşmayı hedefleyerek kitlesini somut talepler etrafında kanalize halde tutmayı başardı. Tüm bu süreç tekrar tekrar gerçekleşirken anti-kapitalist ve anti-emperyalist siyaset zemini bir sonraki adımlarda sapmaları engelleyen bir kontrol mekanizması işlevi gördü. Bu sayede FİBG, Filistin mücadelesinde yere sağlam basan, geçirdiği kimi yıpratıcı süreçlerde dahi dağılmadan son sürat faaliyete devam eden dinamik bir anti-emperyalist gençlik hareketi oldu.

Hareketin üç temel ilkesinden biri olan ve bizim için hareketin karakterini belirleyen kavram olarak diğerlerinden bir adım önde gelen anti-emperyalizm; hareket içerisinde üzerinde çokça durduğumuz, düşündüğümüz ve tartıştığımız konulardan biri oldu. Hareketin bileşenlerinden Gençlik Komiteleri ve Emek ve Adalet Platformu’nun yazdığı yazıların odak noktası olduğu gibi harekete dışarıdan yöneltilen eleştirilerin ve polemiklerin de merkezinde yer aldı.

Filistin İçin 1000 Genç’e ve Filistin İçin 1000 Genç’in içinden doğan, bir talepler ittifakında bir araya gelerek ortak eylemler ve kampanyalar yaptığımız Direniş Çadırı’na dair, yürütülen siyasetin anti-emperyalist olmadığı yönünde eleştiriler geldi. Bu eleştiriyi, pek tabii bizce de doğru olan “anti-kapitalist olmadan anti-emperyalist olunamaz” önermesi ile gerekçelendiren kurumlar, önermenin doğruluğuna karşın, bu eleştiriyi yönelttikleri yazıda onlar için emperyalizmin ve kapitalizmin ne anlama geldiğinden, bugünün dünyasında nerede nasıl somutlandığından ve bizim nasıl buna ters bir siyaset yürüttüğümüzden bahsetmemişler.  

Getirdikleri talihsiz eleştiriye karşın kendilerinin anti-emperyalist bir mücadele verdiklerini iddia edenler ve onlarla benzer görüşü paylaşanlar; ne yazık ki eylemlerde örgüt flaması yarıştırmanın, “Denizlerin yolunda, Filistin’in yanında” sloganı atmanın somut bir anti-kapitalist mücadele pratiği ortaya koymak anlamına gelmediğinin, ve böyle yaparak yalnızca bu sembolleri hali hazırda benimseyen küçük bir azınlığın temsili için birbirleriyle yarıştıklarının farkında değiller veya farkında olmalarına rağmen ortaya koydukları pratikten memnunlar ve kendi gövdelerini aşmayan toplamlarla, seyrek bir takvimle yaptıkları basın açıklamalarını Filistin mücadelesi için yeterli görüyorlar.

Bu noktada dostlarımızla aynı fikirde olamayacağız. Ellerinden ve dillerinden düşürmedikleri bu sembollerin, bu topraklarda Filistin mücadelesi için onurlu bir mirası temsil ettiğinin bilincindeyiz. Bizlere düşen bu mirasın üzerinde tepinmek değil, onu gerçekten sahiplenmenin gereğini yerine getirmektir. Denizlerin, Mahirlerin yolunda gerçek anlamıyla yürüyerek, onların yaptığı gibi somut bir anti-emperyalist mücadele vermektir.

Hakkıyla verilmek üzere bir anti-emperyalist mücadele için kollar sıvanacaksa eğer, her şey bir yana akıllara şu soru gelir: Nedir bu emperyalizm? 

“Dünyayı anlamak yetmez, onu değiştirmek gerekir.” perspektifiyle dünyayı değiştirme kavgasına tutuşmuş bizler için değiştirme işinin kendisi, yani pratik, bir adım önde gelir. Ancak bu ikisi arasında diyalektik bir ilişki olduğunu unutmamak gerekir. Değiştirmek için anlamak, daha iyi anlamak için de mücadelenin içinde olmak gerektirir. 

Bu sebeple önce değiştirmek istediğimiz bu düzenin adlı adınca nasıl bir yapı olduğunu, hangi yasalara göre işlediğini sormak gerekir. Emperyalizmi kısaca, “(…) ekonomik altyapıyı oluşturan ‘değer’in ideolojik, siyasi ve askeri üstyapı tarafından yeniden üretimine dayanan bir hiyerarşidir.” [2] şeklinde tanımlayabiliriz.

Yani temelinde “değer ve onun yeniden üretimi” olan kapitalizmin günümüz küresel biçimidir.

“Çelişkiler sayısız ancak yalnızca biri baskındır. Dolayısıyla emperyalizm bir sistem ise bütün çelişkiler onun yapısından kaynaklanır. Bu bağlamda esas ve baskın çelişki kapitalist birikim mantığında baş gösteriyor. Bunun sonucu da merkez ülkeler arasında kaynaklara ve yeni pazarlara erişimde rekabet ve çevrenin gelişiminin engellenmesi (değer aktarımından dolayı) oluyor.”

“Başka bir deyişle bugün gördüğümüz yoksulluk, savaşlar, ekolojik felaket, ayrımcılık ve göç gibi tüm sorunların hepsi kapitalist birikim mantığının ayrılmaz parçası ve aynı zamanda sonucudur.” [2]

Kapitalist birikim mantığının doğal bir sonucu olarak, emperyalizm çeşitli çelişkiler barındırır ve bu çelişkilerin kaynağı kendi iç yapısından gelir, dışsal değildir. Filistin Direnişi’nin başlattığı Aksa Tufanı, günümüz dünyasında emperyalizmin çelişkilerini ayyuka çıkararak; sermayenin ve sermaye devletlerinin somut olarak ne anlama geldiğini, birbirleriyle nasıl ilişkilendiklerini ve bu emperyalist hiyerarşinin bir küresel mekanizma olarak nasıl işlediğini gösterdi. Batılı emperyalist ülkelerin; o ülkedeki silah, teknoloji, enerji tekellerinin kârını korumak için kolluk kuvvetinin protestocuları yerlerde sürüklediği görüntüler, devletin toplumun ortak çıkarını gözeten sınıflar üstü bir yapı değil, aksine sermaye sahibi küçük bir azınlığın çıkarlarını gözeten bir zor aygıtı olduğunu ve “en azından kendi vatandaşları için işlettiği insan hakları” anlatısının nasıl adi bir aldatmacadan ibaret olduğunu gösterdi örneğin. Dünyanın neresine bakarsak bakalım olup bitenlerin ucunun bu ilişki yumağına dokunduğunu görebilir ve örneklerin sayısını artırabiliriz. Ancak bu çarpık düzeni döndüren çarkları açık etmenin ötesinde 10 aydır elde silah direnen Filistin’in bizlere gösterdiği belki de en önemli olgu; yenilmez, dokunulamaz denilen bu yapının göğsüne bir delik açması oldu.

En ileri teknolojinin karşısında onun zayıf noktasını gören insan zekâsının, en iyi denilen istihbarat servislerinin karşısında yıllarca mücadele kazanılan sıkı örgütlülük pratiğinin, dünyaları ihya etmeye yetecek servetlerin karşısında o serveti yaratanların, karşısında durulamaz denilen orduların karşısında bile durulabildiğini gösterdi.

Bu durumda aklı ve gövdesiyle bu topraklarda düzene karşı mücadele veren, bir gözü daima Filistin’de olan bizlere düşen görev direnişten öğrenmek, ve onun çağrısına kulak vererek emperyalizme vurabildiğimiz yerden vurmaktır.

7 Ekim saldırısının en çok zarar verdiği ülkelerden biri de Türkiye oldu. Türkiye hali hazırda İsrail’le 9.5 milyar dolar hacminde ticarete devam etmekte, İsrail’e petrol tedariğinde kilit bir rol oynamakta ve Doğu Akdeniz’deki İsrail’in kontrolündeki doğal gazın Avrupa’ya taşınması için ortaklık kurma planları yapıyordu. 2023 Ekim ayında Enerji bakanı Alparslan Bayraktar’ın bu projeyi görüşmek üzere İsrail’e bir ziyaret gerçekleştirmesi konuşuluyordu. TC kendi emperyalist hayalleri doğrultusunda İsrail’le olan mevcut ilişkilerini sürdürmek ve geliştirmek isterken enerji bakanının ziyaretini engelleyen şey ise 7 Ekim saldırısı oldu. AKP bir yandan perde arkasında bu ilişkilerini sürdürmek isterken, bir yandan kendi siyasi gücünün dayandığı tabanın gereği sözde de olsa Filistin’i desteklemek zorundaydı. Türkiye hem direnişin güncel öncüsü Hamas’la ittifakı/diyaloğu olan hem de NATO üyesi olmasıyla dünyada biricik bir konumda. Filistin İçin Bin Genç işte bu çelişkileri merkezine alarak kuruldu. Bu çelişkileri kamuoyu önünde afişe etmek, bu çelişkileri Türkiye’deki daha büyük bir dönüşümün parçası haline getirmek Türkiyeli devrimcilerin bir görevidir. Biz Komitecilerin, Filistin İçin 1000 Genç hareketinin kurucu inisiyatifini alması “bugünün devrimci siyaset/mücadele geleneğini kapitalizme ve emperyalizme karşı devrim ve sosyalizm mücadelesinin somut koşulları ve güncel ihtiyaçlarından hareketle yaratmak” iddiasındandır. Biz Komiteciler için Filistin İçin 1000 Genç, siyasi hattıyla, çalışma biçimiyle ve eylemlilik pratikleriyle hem Filistin halkıyla gerçek bir dayanışma kurmanın hem de iktidarıyla, muhalefetiyle, sermayesiyle bu düzende hapsedilen Türkiye gençliğinin bağımsız, anti-kapitalist, anti-emperyalist bir hatta kitleselleşebilmesi için bir aygıttır. 

Bu aygıta karşı yaklaşımlarımız, bu aygıtı kullanırken oluşturulan pratik elbette eleştiri konusu olabilir ancak kanımızca yapılan eleştirilerde gözardı edilen nokta, bugün solun tartışmak ve üzerine düşünmekle yükümlü olduğu devrimci siyasetin kendini var edebileceği alanları yaratabilme sorunudur. Bizler; Türkiye devrimci hareketinin yaşadığı gerilemeye dur deme niyetindeyiz, bu niyeti bizimle beraber paylaşanların da toplumun her kesimiyle ilişkilenmeye, beraber siyaset üretmeye, üretilen siyasete devrimci bir perspektif katmaya ve sınıf mücadelesini tekrardan kitlelere “tanıtmaya” ihtiyacı vardır. Güçlü bir devrimci sınıf mücadelesini örmenin yolu kitlelerden uzakta, kendi mahallesinde kendini en doğru noktada konumlandırmak değil; kitlelerle hemhal olarak, inisiyatif alacağı alanları açarak, devlet-sermaye ortaklığının karşısında söylem/eylem birliğini sağlayarak olacaktır. Bu topraklarda devrimcilik iddiasında bulunanların tutması gereken yolun bu olduğuna inanıyoruz. Dolayısıyla FİBG’ye gelen eleştiriler ancak FİBG’nin anti-emperyalist ve anti-kapitalist çizgiden söylem/eylem olarak bir sapma yaşaması bağlamında değerlendirilebilir.

Bizlere gelen eleştirilerin odak noktalarından biri, Hamas’ın sahiplenilmesiydi. Eleştirilerde İslamcı bir örgütü sahiplenmenin, İsrail tarafından katledilen liderini anmanın, Türkiye’nin mevcut konjonktüründe İslamcı hegemonyayı besleyeceği vurgusu yoğunluktaydı. Ancak devlet-sermaye ittifakını direkt olarak karşısına almış FİBG’nin, direnişin öncüsü olan Hamas’ı sahiplenmesinde, bu uğurda canını veren müslüman bir liderin şehit olarak anmasında hegemonyayı beslediği yorumunu çıkarmak, FİBG’nin toplumun tüm kesimlerinde yaratmış olduğu etkinin görmezden gelinmesi anlamına gelir. Ayrıca bu yaklaşım, Hamas’ın ve Haniyye’nin, dolayısıyla Filistin direnişinin meşruiyetini sorgulatmak isteyen siyonist propagandanın ekmeğine yağ süren bir bakış açısıdır. Hamas, Filistin halkının öncüsü konumundadır ve İsmail Haniyye Filistin direnişinin liderlerinden birisidir. FİBG’nin bu duruşu sahiplenmesinde bir beis yoktur. Bizim Filistin direnişinden öğrendiğimiz onu kopyalayıp Türkiye’ye uyarlamak değil, onun tüm dünyaya afişe ettiği çelişkiyi Türkiye’de derinleştirmektir. Bu çabayı görmezden gelerek; meseleyi cihatçı şebekelerle iş tutmaya indirgemek, kalkıp İslamcı siyaset hakkında dersler vermek, tamamen ayrı politik-ekonomik altyapısı bulunan İran devrimini örnek göstermek, kolaya kaçmaktır. FİBG bir “ittifaklar” bütünü değildir, FİBG’nin talebi ve karşısına aldıkları son derece nettir ve bu yolda mücadele etmek isteyen herkese açılmış bir alandır. FİBG, herhangi bir grupla “heves” ettiği için değil, önüne koymuş olduğu hedefler doğrultusunda ortaklaşabildiği ölçüde bir araya gelmiştir. Sosyalist hegemonyayı kurma hedefi olanların hegemonyayı kuracakları ve farklarını ortaya koyacakları yer tam olarak burasıdır. Kitlelerin meşru talebini doğru şekilde kanalize ederek, mücadelede en önde direnenlerle beraber olarak sosyalist bir hegemonya inşası mümkündür. 7 Ekim’in ortaya koyduğu çelişkiyi hisseden ve bundan rahatsız olan, bu konuda harekete geçmek isteyenlerle beraber yol yürümek yerine, onlara karşı pozisyon alarak kitlelerin kültürel miraslarıyla devrimci bir sınıf perspektifinden ziyade kimlikçiliğin içine hapsolmuş bir anlayıştır. 

7 Ekim öncesi ve sonrasında, yukarıda bahsedildiği üzere İsrail-Türkiye ilişkilerinin bir sürekliliği olsa da 7 Ekim’den sonra bu ilişkilerin savaşta nitelik olarak çok daha farklı bir yer tuttuğunu ifade etmek gerekir.

Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattından gelen ve İsrailin günlük ihtiyacının %40’ını karşılayan petrolün bir kısmının soykırımda jet yakıtı olarak kullanılmaktaydı. Bu durum petrol sevkiyatını doğrudan savaş suçu haline getirmekteydi. Zorlu’nun hisselerinden en büyük payının bulunduğu İsrailde’ki Dorad elektrik santreli doğrudan İsrail Ordusu İDF’nin tesislerine elektrik üretiyordu. İsraille ticaret yapılan dikenli tel, beton, demir, silah/uçak yedek parçası gibi savaşta aktif kullanılan birçok malzemeyi barındırıyordu. Bu ticaretin 7 ay inkâr edilmesi aslında ne kadar büyük bir ticari bağlılığın ve ortaklığın süregeldiğini ve devam ettiğini açıklamaya yeterken sonrasında ticaretin süresiz değil de ateşkese kadar kesilmesi işgalciye “siz işinizi halledin, biz rantı paylaşmaya koşarız” demekti. Erdoğan kendi ağzıyla bunu ifade etmiş, savaş bitince Gazze’yi baştan inşa edeceğiz demişti. 

Tüm bunlar yaşanırken Akdeniz’de sessiz sedasız ABD uçak gemileriyle tatbikatlar yapan Türkiye savaş gemilerini, Kürecik radarının Demir Kubbe’ye gelen saldırıları dakikalar öncesinden haber almasını gizleme ihtiyacı bile duymadılar.

Bütün bu işbirliğinin tüm hızıyla saman altından su yürütürcesine kapalı kapılar ardında sürdürülürken o kapıların önünde kameralara ve halka karşı esip gürlemeye, Filistin’in yanındaymış pozları vermeyi ve hamasete tam gaz devam etmeyi asla ihmal etmediler.

Bu noktada ortadaki işbirliğini salt Türkiye-İsrail ilişkisi olarak düşünmek hatalı bir yaklaşım olarak güçleri, olanakları yanlış değerlendirmek olur ki bu da sonuç almak üzere doğru siyaseti üretememeye sebep olabilir. Emperyalizmin muhtevasına dair Mahir Çayan’ın yazdıklarına bakalım: “..yerli tekelci burjuvazinin (emperyalizmin en gözde müttefiki olarak) oluşması ve gelişmesi demektir. Ancak gelişen yerli-tekelci burjuvazi, iç dinamikle değil, emperyalizmle baştan bütünleşmiş olarak gelişmiştir. Böylece I. ve II. genel bunalım dönemlerinde bu ülkeler için dışsal bir olgu olan emperyalizm bu dönemde aynı zamanda içsel bir olgu haline gelmiştir.” [4] dolayısıyla Türkiye’nin hakim sermayesi git gide daha dışa bağımlı hale gelmekte ve emperyalist köşe kapmacada kendi yerini aramaktadır. Bakü Tiflis Ceyhan boru hattındaki BP gibi büyük tekellerin yanında BOTAŞ, petrolün taşınmasından sorumlu ve bağlayıcı anlaşmalara imza atmış bulunmakta. TANAP boru hattı gibi uluslararası sermayenin ve devletlerin parçası olduğu bir projede Zorlu bir ucundan bu projeye dahil olma çabasında.

Küresel sermaye ile bu denli iç içe geçmiş ve bazı noktada rekabet edip de bir başka noktada kader ortaklığı bulunan TR sermayesinin, ve dolayısıyla onun devletinin Filistin meselesi özelinde durduğu pozisyon aşağı yukarı bu şekildedir. 

Bu durumda bizim yaşadığımız topraklardan emperyalizme vurmanın somut karşılığı zaman zaman holdingçi güçler olarak adlandırdığımız Türkiye’deki sermaye sınıfı ve onların egemenliğini kollayıp büyütmek için devletin en tepesinden yereldeki belediye başkanlıklarına, limanlardaki sendikalardan yasama organlarına, yargıya, kolluğa uzanan adeta bir ağ gibi örülmüş bu oligarşik yapıya karşı mücadele etmektir.

Bu yapı, yukarıda özet niteliğinde bahsedilen tüm yapıp ettikleriyle emperyalist kamptaki net pozisyonuna karşın, bunun tam zıttı bir anlatı kurarak “Emperyalizminin karşısında, mazlum Filistin halkının yanında” olduğunun propagandasını yapmaktadır. Tuttuğu pozisyonu açıktan savunmayıp hamasi söylemlerle bambaşka bir tablo çizmesinin sebebi yalnızca Filistin meselesiyle de sınırlı değildir. Yazının başında emperyalizmi açıklamak için kullandığımız “değerin ideolojik, siyasi ve askeri üstyapı tarafından yeniden üretilmesi” tanımı kendini açıkça göstermektedir.

İnşa edilen bu mekanizmanın bu haliyle işlemeye devam etmesi için, yani bu ilişkinin her gün yeniden ve yeniden üretilmesi için; salt zor güç yeterli gelmemekte, siyasal ve ideolojik araçlarla da bu düzenin devamı için rıza üretilmesi gerekmektedir. 

Bu sebeple yönetenler hamasi söylemlerle halka sahte bir tablo sunmaya muhtaçtır, çünkü örneğin Filistin meselesi özelinde Türkiye’de yüreği Filistin’le atan milyonların, bu sahte tablonun ardındaki somut çelişkileri görmeleri ve bunların üzerine gitmeleri, inşa ettikleri ucube düzenin, egemenleri de altında bırakarak, yıkılması riskini doğurmaktadır.

Ocak ayından bu yana durmadan yaptığımız eylemlerle ve etkili sosyal medya kampanyaları ile bu yapının temellerindeki çatlakları oluşturan çelişkilere işaret etmiş olduk. Bu çelişkileri yalnızca dile getirmek, muhtevalarının tam anlamıyla kavranmasına yeterli gelmiyordu. Ancak fiili meşru bir mücadele zemininde bu çelişkiler bizzat çeşitli yapılar, kurumlar, kişiler ve olaylarda cisimleşerek elle tutulur, gözle görülür hale geldiler. Barındırdıkları çelişkiler ve kirli ilişkileri tüm çıplaklığıyla kamuoyunun gözleri önüne serdik. Devletin hamasi söylemlerinin altındaki asıl yüzü, İsrail’le ticaretin kesilmesi talebiyle yürüyen gençleri işkence ile gözaltına alan poliste cisimleşti örneğin. Olağan hayatın akışına tezat oluşturan sürpriz Zorlu AVM eylemlerinde soykırım işbirlikçisi Zorlu’nun kirli yatırımlarından biriktirdiği servet, şatafatlı AVM’sinde cisimleşirken, o şaşaalı görüntüyü bozarak orayı eylem alanına çeviren gençler, direnişin sesini taşıyorlardı. İsrail’e petrol satarak katliamın başlıca sorumlularından olan Azerbaycan devleti şirketi SOCAR’ın kapısının kırılarak içeri girilmesi ve devamında şafak operasyonlarıyla 13 arkadaşımızın gözaltına alınması; aslında “kardeş” ülke Azerbaycan’ın katliamdan beslenerek ceplerine doldurdukları paraların Filistin halkının canından kıymetli olduğunu ve TC’nin mahkemesi, kolluk kuvvetleri ve bütün propaganda aygıtlarıyla bu kanlı ticarette Azerbaycan sermayesi için bekçilik rolü oynadığını gösterdi. Eylemde kırılıp elden ele dolaşan SOCAR’ın kapısı da; dokunulamaz, engellenemez sanılan ilgili devletler arasındaki stratejik ortaklığın konusu olan, İsrail’in günlük petrol ihtiyacının %40’ını karşılayacak büyüklükte bir ticaretin aslında kamuoyunda meşruiyet sağlandığı takdirde pekala dokunulabilir ve engellenebilir olduğunu gösterdi.

Süreli ve arkasından dönülebilen bazı açık kapıları olsa da İsrail’le doğrudan ticaretin kesilmesi ve Zorlu gibi İsrail’de uzun vadeli stratejik yatırımları olan bir sermayenin İDF’ye elektrik sağlayan santrallerinin hisselerini satmak zorunda hissetmesi, ilişkilerin kesilmesi taleplerinin kamulaştığı takdirde Türkiye’de yüreği Filistin’le atan milyonların yaptırım gücünün ne kadar büyük olduğunu ve bu gücün gölgesinin bile yönetenleri ve sermayeyi nasıl geri adım attırdığını göstermektedir. Onları istemeye istemeye de olsa çeşitli yaptırımlar yapmak zorunda bırakan, kurdukları bu ucube düzenin altında kalmaktan korkmalarıdır.

Bu noktada verilen mücadelenin kendisi Filistin ekseninde olsa da yukarıda anlatıldığı üzere değindiği çelişkiler ve vurduğu çatlaklar bölgesel değil küreseldir, emperyalist kapitalist düzenin bütününe dairdir. İlk hedefi Filistin özelinde oluşturduğu talepleri kamusallaştırmak olan bir hareket için anlatılan siyaset biçimi anti-emperyalist bir hareket olabilmek için yeterlidir. FİBG’nin anti-emperyalizm iddiasının en çok eleştirilen kısmı ise Filistin için ürettiği söylemleri ve yaptığı eylemleri Kürt özgürlük hareketi için yapmamasıdır. Bu eleştiri iki halkın mücadelesini ve güncel koşullarını birbirine denkleyen ezberci ve indirgemeci bir yaklaşımdan besleniyor. Bu eleştiriyi ezberci ve indirgemeci yapan yukarıda açıkladığımız gibi bir amaçta ve yapıda olan bir hareketin Kürt hareketin taleplerini ve sesini yükseltmeye uygun bir aygıt olup olmayışının sorgulanmayışıdır. FİBG’nin burada sorumlu olabileceği nokta yaptığı siyasetin hitap ettiği kitlede ve kendisine kattığı insanlarda diğer ezilen halklar için de sempati oluşturup oluşturamayacağıdır.

Yukarıda da değindiğimiz üzere FİBG kendini sürekli güncelleyen dinamik bir yapıdadır. Taleplerinin nereye evrileceğini, başka neleri kapsayacağını savaşın durumu belirleyecek olsa da, mücadele ettiğimiz kapitalist-emperyalist bloğun mekanizmasının nasıl işlediği, ne tür çelişkiler barındırdığı bellidir. Bu çelişkileri somutlaştırarak tüm çıplaklığıyla topluma göstermeye devam edeceğiz. Anti-emperyalist mücadelemiz gücünü on, yüz veya bin tane gençten değil, sahiplendikleri talepler üzerinden gösterdiğimiz çelişkileri algılayan ve karşısında durulamayacak olan bu topraklardaki yüreği Filistinle atan milyonlardan almaktadır. Bu güçle düzenin temellerine vurmaya devam edeceğiz.

  1. https://genclikkomiteleri.org/2024/07/anti-emperyalist-siyasi-mudahaleler-filistin-icin-1000-genc/ 
  2. https://genclikkomiteleri.org/2024/04/emperyalizm-nedir/
  3. https://e-komite.com/2024/emperyalizmin-iii-bunalim-donemi-mahir-cayan/#149894d8-4e3e-4b0a-aa2e-76f1e74e1cef