Bu yıl da her sene olduğu gibi ortaöğretim çağındaki öğrenciler olarak üniversiteye geçişi belirleyen, çelişkiler ve zorluklarla dolu sınav sistemiyle birbirimizle yarışmaya itildik. Yaşamak için düzene hem kısa hem uzun vadede ayak uydurabilmek ve bunun için de testlere tabi tutulmaya razı gelmek durumundaydık. Özel ders alabilen, özel okullarda, dershanelerde eğitim gören, kendi odasına sahip olarak derslerine odaklanabilen öğrenciler ve hayatını idame ettirebilmek için çalışmakla, mesleki liselerin dayatmış olduğu stajlarda zaman kaybetmekle, kendi imkânlarıyla ailesiyle ortak yaşam alanlarında ders çalışmakla boğuşan milyonlarca öğrenci birbirleriyle yarıştırıldı: ön sıralarda sınıfsal konumunun getirdiği imkânlarla iyi yaşantıya sahip arkadaşlarımızın adlarının gözükeceği gerçeği hepimiz için çok tanıdıktır. Bu yazıda bu sınıfsal farklılıklara ve nedenlerine 2022 yükseköğretim kurumları sınavındaki güncel öğrenci profilleri üzerinden değineceğiz.
2012’de 4+4+4 olarak bilinen yeni eğitim sistemine geçtik. 8 yıllık kesintisiz zorunlu eğitim yerini 12 yıllık zorunlu kademeli eğitime bıraktı fakat zorunlu eğitimin 12 yıla çıkarılması bir kısım arkadaşımızın sağlıklı bir sosyal yaşam ve verimli eğitim öğretim açısından kritik oluşuyla öne çıkan örgün eğitimden kopmasını engelleyemedi. Okula gitmeye ihtiyacımız var, çünkü gelişimimizde etkisi olan sosyalliklerimizi büyük oranda okulda inşa ediyoruz. Ailelerimizden böyle uzaklaşıp nefes alabiliyoruz. Proleterleşmemizi böyle geciktirebiliyoruz. Oysa 4+4+4 eğitim sisteminden hemen sonraki yıllar içinde açık lise okuyan öğrenci sayısı 1 milyona yükseldi. Son 5 yılda ise açık liseye geçiş yüzde 95 oranında arttı. Açık liseye geçiş sebeplerimiz çeşitli. En başta liseye yerleşme sırasında, doğrudan mesleki ve dini eğitim veren okulları teşvik eden liseye geçiş sınavı mağduru öğrenciler özel okullara verecek paraları da yoksa gitmek istemedikleri bu liselerden kurtulmak için açık öğretimi tercih edebiliyor. Üniversite sınavına hazırlanan lise öğrencileri ise okulu zaman kaybı olarak görüyor ki bunun sebepleri çok açık: bir anadolu lisesinde 35 saatlik haftalık ders sayısının 20 saate yakını alan derslerinden oluşmuyor, meslek liselerinden hazırlanmak isteyenler içinse bu durum 30’a yakın ders saatine çıkıyor. Arkadaşlarımız için okulda verilen zaten müfredat anlamında da verimsiz olan eğitim, hayatlarının “en önemli” sınavına çalışmaları önünde bir engel. Açık lise sınavlarının daha basit olması, okuldaki proje ödevlerinden, sözlü notlarından muaf olunması böyle öğrenciler açısından fırsat. Bu yüzden okul yerine evde veya sadece dershanede sınava hazırlanmak götürülerinin yanında çok daha mantıklı ve cazip bir seçenek.
Bunların yanı sıra başka sebep de elbette ki her geçen gün artmakta olan para kazanma ihtiyacına yönelik. Ailesinden bağımsızlaşmak için veya ailesinin ekonomik durumu el vermediği için çalışmak zorunda olanlarımız alan dersi açısından sıkıntısı olsa da olmasa da çareyi açık lise okumakta buluyor. Hem okuyup hem çalışan öğrenciler ucuz iş gücü olarak iktidar ve sermaye tarafından erken yaştan sömürülmeye başlıyor. Üstelik sömürü düzeni yanlısı MEB, örgün eğitimin önemine vurgu yapan bilim insanı, pedagog ve öğretmenleri görmezden gelerek açık öğretime geçişimizi engellemek şöyle dursun teşvik ediyor.
Okurken çalışma sömürüsü, zaten bu amaçla kurulmuş meslek lisesi öğrencileri için daha da sistematikleşen ve sınava hazırlanmayı çokça zorlaştıran bir halde. Meslek liseli arkadaşlarımız her yıl sınava hazırlanan milyonlarca öğrencinin arasında yer alıyor. Büyük bir öğrenci kitlesinin liseye geçiş sınavı başarısızlığıyla istemeden başladığı meslek liseleri 9. sınıftan, 13-14 yaştan itibaren, uygulamalı meslek dersleriyle bizlerin sırtına ağır bir yük bindiriyor ve bu gelecek senelere doğru staj sömürüsüyle katlanıp artmış oluyor. Bilim ve kültür derslerinin saatleri her sene kademeli olarak azaltılıyor ve bu derslerin yerini mesleki dersler alıyor. Zaten istemeyerek bu okullarda bulunan öğrenciler, 12. sınıfta ise zorunlu staj adı altında ucuz işçi olarak çalıştırılıyor. Alt-orta kademe eleman ihtiyacının faturası, ek olarak enflasyonun yüzde 100’ü aşan oranlarda arttığı günümüz Türkiye’sinde ekonomik krizin de faturası adeta biz öğrencilerin omuzlarında taşınıyor. Sınava hazırlanıyor olduğumuz meslek liselerindeki meslek dersi ve staj yükü yetmezmiş gibi sınıfsal anlamda eşit ve adil olmayan şartlarda öteki okul türlerindeki arkadaşlarımızla aynı kulvardayız, parasız oluyoruz. Kimimiz dershanelere gidemiyoruz, kimimizse birkaç kuruş eden staj parasına muhtaçsak fakat açık liseye geçmek istiyorsak geçemiyoruz. Eşit olmayan koşullar meslek liselileri en az açık liselerdeki arkadaşlarımız kadar zora sürüklüyor.
Anadolu liselerinde ise ilk günden itibaren bizlere durmadan neden üniversite okumamız gerektiği, nasıl ders çalışmamız gerektiği anlatılıyor. Nitekim üniversite sınavının baskısıyla öğrendiklerimizin bir sonraki yazılıdan veya üniversite sınavından sonra işe yaramayacağı düşüncesinden her şeye rağmen kaçamıyoruz. Dejenere edilmiş pozitif bilim anlatımını, düzen yanlısı rıza üretimi işlevi gören ucuz sosyal bilim anlatımını, filozoflar ve onların tarihinden başka bir şey vermeyen içi boşaltılmış felsefe anlatımını öğrenme şevkiyle alamıyoruz (ki zaten alınacak gibi değil) çünkü her eylemimizin sebebi ve sonucu sınav notlarına bağlı. “Üniversiteye öğrenci hazırlama” göreviyle var olduğunun anlatılmasına karşın bu gerçek en belirgin halde anadolu liselerinde hissedilmekte. Zira lisenin son senelerine doğru sınava yönelik müfredatın karşılamadığı ihtiyaçların ve gelecek kaygısının artmasıyla foyalar açığa çıkmaya başlıyor. Bir kısım “şanslı” arkadaşımız okula takviye olarak 11. sınıfta dershaneye gidiyor, bir kısım “şanssız” arkadaşımız ise bu arkadaşlarımızı alık bir edayla izlemekle kalıyor. Çalışarak yaşamak zorunluluğu burada da geçerli oluyor, yine açık liseden devam etmenin yaygınlaşması ile birlikte işçileşiyoruz, hem işe gidip hem de açık liseden sınav verme kararı almış “şehirli çobanlar” oluyoruz. 12. sınıfa gelindiğinde şanslı arkadaşlarımız dershanelere ve özel derslere para ödemeyi sürdürüyor. Onlar arasındaki eleme toplumsal bilinç diyebileceğimiz sosyal, zihinsel, demagojik kaynaklarla gerçekleşiyor, bir takım öğrenci ve ailesi minimum 9 ay boyunca günde en az 8-9 saat ders çalışabilecek duygusal ortamı sağlayamamış olabiliyor. Bazı öğrenciler 12. sınıfta dershaneye yazılmayı “başarıyor”, zira anadolu lisesinde dahi aile ve öğrenciler kamu kurumlarının lise biter bitmez öğrencileri üniversite sınavına hazır edecek imkânları sağlamadığını birinci elden bilmekte. Öte yandan sermaye dostu devlet elbette ki özel kurumların teşvikini desteklemekte ve kamu kaynaklarını toplumsal rıza üretimini sarsmayacak minimum seviyede tutmakta. Benzer duygusal eleme buralarda da gerçekleştikten sonra elimizde kamu veya özel kurum anadolu liselerinden çıkan çok azınlık bir bölümün üniversiteye (gerçekten üniversite olan üniversiteye) gidebildiği senaryo kalıyor. Herkes için ortak olan ise sınav furyasının ardından hepimizin zaten yarım yamalak bir yetkinlikte olan bilgilerini unutması, toplumda bilimden ve felsefeden bir zerre izi dahi kalmamış olması, bunlar olurken insanca yaşanamamış bir geçmiş sahibi olunması.
Yetmiyor. Üniversite sınavına girecek olan bizler sınav öncesi hazırlık ve sonrasında yeni oluşmuş veya birikmiş ciddi psikolojik sorunlarla baş başa kalıyoruz. Üniversiteye girmek için yaşıtlarımızla at yarışı misali yarıştırılmamız, 180 ve 165 dakikadan oluşan iki oturumlu sınavın sonucunda geleceğimizin şekillenmesi ve bu geleceğin aslında niteliksiz üniversiteler ve artı olarak aslında geleceksizlik getirmesi bizleri bunalımlı bir zihin haline sokarak depresyon, anksiyete gibi rahatsızlıkların tetikleyicisi oluyor. Diğer bir yandan bu sorunların ortaya çıkmasında en büyük etken olan sistem ise bu sorunlarla başa çıkacak ve tedavi için de pek istekli davranmıyor. Belli bir sınıfsal seviyede olanlar özel kurumlarda terapist ve psikiyatristlerden yararlanabilirken, işçi aileleri ise çöken sağlık sistemiyle birlikte devlet hastanelerinde sıra kovalamakta, aylar sonra sıra bulabilmekte. Ev ortamında, kütüphanede veya dershanede sınava hazırlanırken her öğrencinin her anlamda geleceksizliğiyle alakalı soru işaretleri durmadan kafasında dönüyor. Sınavın getirdiği bu bunalım durumu ise kişiyi hiçbir şey yapmamaya büyük oranda depresif bir duygu durumuna sürüklüyor. Ailelerimizin içinde bulunduğumuz durumu anlayamaması, üstümüzdeki sınav stresini ve baskısını artırması zaten psikolojik açından berbat olan bizleri daha da berbatlaştırmadan başka bir işe yaramıyor. Bir taraftan da “motivasyon”suzluk ve umutsuzlukta belki de hepimiz için en ortak kısım, ortada elle tutulur üniversitelerin olmayışı. Akran iletişiminden, internetten veya arkadaşlıklar aracılığıyla biliyoruz ki sınav furyasının bize pazarladığından daha başka bir gerçeklik ortada. Üniversite okuyanlar işsiz, kulüplere etkinliklere katılmak baskılar yüzünden zor, festivaller düzenlemek neredeyse imkânsız ve gerçek bir kampüs hayatı yaşamayı mümkün kılacak her şey rektörlüklere karşı direnç göstermeyi zorunlu kılıyor. Sınavlara hazırlanmak istiyoruz, düzene rağmen düzen içinde hayatta kalmak için bunu yapmamız gerektiğini biliyoruz, emek vermeye çalışıyoruz fakat üniversite okurken maddi anlamda zorlanacağımızdan, barınamayacağımızdan, beslenemeyeceğimizden de haberimiz var. Bu gerçek önemli bir kitleyi üniversite okumaktan uzaklaştırıyor ve proleterleşmeye teşvik ediyor, tam da sömürü düzeninin istediği gibi.
Son tahlilde edindiğimiz her anlamda eşit geçmişlerden gelmediğimiz bir durumda bir yarışa sokularak sıralamalarımızın belirlenmeye çalışıldığı bilinçli hain bir sistemin varlığı. Hepimiz aynı sebeplerden doğan sorunlardan mustaribiz, kurtulmak için tek eksiğimiz birliğimiz ve mücadelemiz. Umutsuz olmamız her yerden bilinçaltımıza dikte ediliyor fakat rasyonel yerlerden bakıldığında umut bizim gücümüz. Mücadelemiz bizim gücümüz. En iyi şekilde hayatta kalmaya uğraşırken sesimizi en gür haliyle haykırmak hayat sınavındaki problem sorumuzun çözüm formülü.
* Bu yazı şurada yayınlandı: