Bir bölgedeki çatışma, sadece yerel aktörlerin tercihlerine ve iç politik kaygılara dayanmaz; aynı zamanda küresel kapitalist düzenin bir yansımasıdır. Kapitalist işleyişin bir aracı olan devletler, bölgesel çıkarlarını küresel hegemonik bloklarla uyumlu hale getirmeye çalışır. Bu bağlamda, bölgesel savaşlar, yalnızca yerel halkların mücadelesi değil, aynı zamanda emperyalist devletlerin küresel güç dengesini kurma çabalarının bir parçasıdır. Bu durum, savaşın ve barışın sadece bir bölgenin değil, tüm dünyanın dinamikleriyle şekillendiğini gösterir.
İdeolojik bağlamda, bölgede yer alan güçlerin analizinde sabit kavramlar ve ahlaki değerlendirmeler yerine, somut gerçekliklere dayalı bir yöntem izlenmelidir. İsrail, ABD ve Batı destekli grupların yanı sıra Esad rejimi gibi aktörler de küresel güç ilişkilerinin parçasıdır. Bu nedenle, Marksist-Leninist bir perspektifle, emperyalist güçlere zarar verme potansiyeli olan her türlü direniş o günün güncel durumuna dair bir konumlanış olarak desteklenmelidir. Ancak bu destek, aktörlerin ahlaki duruşlarına değil, küresel güç ilişkilerine, etkilerine dayanmalıdır.
Bölgesel çatışmaların analizinde, İsrail’in durumu özel bir yere sahiptir. İsrail, özellikle Orta Doğu’da küresel kapitalist sistemin ve emperyalizmin bir aracı olarak, bölgedeki hegemonik güç ilişkilerinin bir parçasıdır. Küresel bir emperyalist düzenin parçası olarak, Orta Doğu’daki diğer devletlerle, özellikle Filistin ile olan çatışması, daha büyük bir hegemonik güç mücadelesinin bir parçasıdır.
Türkiye’nin Suriye’deki rolü, uluslararası iş bölümü ve ekonomik-politik çıkarlarla şekillenmektedir. Türkiye’nin desteklediği Özgür Suriye Ordusu gibi yapıların varlığı, bu küresel güç mücadelesinin bir parçası olarak okunmalıdır. ÖSO, Batı destekli operasyonların uzantısı olarak hareket ederken, diğer tarafta Şii güçler ve Esad rejimi, küresel güçlere karşı direnç gösteren bir pozisyon sergilemekteydiler.
Türkiye’nin, İsrail ve Batı’yla olan işbirliği, Suriye’deki operasyonlarına ve bölgesel çıkarlarına hizmet etmektedir. Bu durum, hem ekonomik krizlerin hem de jeopolitik hedeflerin bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır.
İkinci önemli nokta, “herkesin farklı emperyalisti olmadığı” ve emperyalizmin “hegemonik bir blok önderliğindeki dünya sistemi” olduğu anlayışıdır. Bu görüş, dünyanın farklı bölgelerindeki devletlerin, özellikle emperyalist güçlerle olan ilişkilerini tekil ve bağımsız birer güç olarak değil, daha büyük bir küresel sistemin parçası olarak görmelidir. Hegemonik emperyalist blokların dünya üzerindeki baskısı, her bölgedeki çatışmaları aynı küresel çıkarlar çerçevesinde ele almayı gerektirir.
Orta Doğu’daki çatışmalar, laiklik, din ya da mezhep ekseninde değil; güç dengeleri ve küresel ilişkiler bağlamında değerlendirilmelidir. Örneğin, Özgür Suriye Ordusu ve Heyet Tahrir el-Şam gibi gruplar, Türkiye’nin uluslararası politik ve ekonomik rolünün uzantıları olarak hareket ederken, bu güçler küresel iş bölümünün dayattığı sınırlar içinde hareket eder.
Türkiye ve Ürdün, ABD destekli Timber Sycamore gibi operasyonlarda rol alırken, Ürdün sınırı ve İdlib bölgesi bu tür “eğit-donat” operasyonlarının merkezi haline gelmiştir. Bu gruplar, İsrail ve ABD’ye yönelik herhangi bir doğrudan saldırıda bulunmazken, Suriye’de rejim güçlerine karşı harekete geçirilmek üzere hazır tutulmaktadır.
Filistin halkının mücadelesi, yalnızca bir ulusal hareket değil, aynı zamanda küresel ezilenlerin mücadelesinin bir parçasıdır. Bu mücadele, küresel kapitalizmin etkisi altında şekillenen bir bağlamda değerlendirilmelidir. İsrail’in Hizbullah ve İran gibi güçlerle olan çatışması, küresel ticaret ve stratejik yollar üzerindeki hegemonya mücadelesinin bir parçasıdır. Türkiye ve diğer bölgesel güçler de bu denklemin aktörleridir.
Temel olarak Ortadoğu’daki güçler arasında laik, seküler, müslüman vs ayrımı yapmaksızın, gücün kimle, ne için savaştığına odaklanıyoruz. Bu süzgeçten geçtiğinde sınıfta kalan muhalifler denilerek yumuşatılan ÖSO, HTŞ gibi çeteler kalıyor. TC’nin vekili olarak bu güçler, TC’nin uluslararası iş bölümünde üstlendiği politik ekonomik rolün uzantısıdır. Bu dizilimin, hiyerarşinin kendisi en nihayetinde Ortadoğu’daki tüm güçlere dayatılıyor. Burada ne güçler saf tercihler yapabiliyor ne de biz kendi durduğumuz yerden bunu kusursuz ahlâki, ilkesel gerekçelerle yargılayabiliriz.
İsrail’in bölgedeki Şii güçlerle tarihsel çatışması, küresel ticaret ve stratejik yollar üzerindeki hegemonya mücadelesiyle bağlantılıdır. Filistin Direnişi’nin işgalciye ait Merkava tanklarını imha eden anti-tank malzemelerin Hizbullah’ın lojistik hattından İran üzerinden sağlanması, bu hattın Irak ve Suriye’den geçmesi İsrail için stratejik bir tehdit oluşturmaktaydı. Bu nedenle, İsrail uzun süredir Suriye’deki cihatçı grupları desteklemiş ve bu gruplar da İsrail’e karşı doğrudan bir saldırıda bulunmamıştır.
Fakat gerçek şu ki, İsrail kan kaybetmişti ve bölgedeki Şii güçlerle tarihsel bir kavga içindeydi. Aynı zamanda bu Şii güçler hem geçmişte hem bugün İsrail’e karşı tüm güç asimetrisine rağmen savaşta kalmıştır. Şimdi açıkça bu direnişi kırma ve zayıflatma rolünü üstlenen TC ve dolasıyla HTŞ-ÖSO saldırılarını nasıl anlamalıyız?
Yani hem uluslararası iş bölümündeki ekonomik rolünü kabul edip, Erdoğan’ın siyonistlerle işbirliği yaptığını ifade edip hem de iş ekonomik rolün devamına, politik, hatta jeopolitik olana geldiğinde Esad zalimdir demek bu ikisinin bütünlüğünü bozmuyor mu? Üstelik rejim medyasının 82 Halep, 83 Şam çağrıları yaptığı yerde TC’nin ve onun seçenekleri daralmış sermayesinin, krizli iç politikasının emperyal hedeflerle aşılmasına olanak tanımaz mı?
Esad zalimlik etmiş midir, etmiştir. İran’ın molla rejimi zalim bir rejim midir, evet. Biz bu ve bunun gibi güçlerin, rejimlerin dönemsel ve jeopolitik çıkar çatışmaları sonucunda hegemon emperyalist blokla giriştiği kavgada elbette onları olabildiğince bu küresel güce zarar vermesini isteyeceğiz ve bekleyeceğiz. Kimsenin kara kaşı ya da badem gözüyle işimiz yok. Düşmanımızın düşmanı “dostumuzdur”. Mesele bizler için din ya da mezhep değildir. Öyle olsaydı Sünni Hamas’ın sloganlarını diline almaya zerre kuşku duymamış ve hatta bunu yaparken soldan gelebilecek tüm seslere göğüs germiş ve büyük ölçüde kulak tıkamış olmazdık.
Örneğin, Hamasla Taliban arasında ayrımı biz yapmıyoruz, ayrımı kendileri belli ediyor ve bu dinamik bizi güçler arasında seçim yapmaya itiyor. Sabit kavramlarla ve duruşlarla yaklaşıp olan biteni yargılamıyor, gerçekler içerisinde Marksizm ve Leninizm’e en yatkın olanı tutumlaştırıyoruz. Yanlış tercihler yapıyor olabiliriz ama sabit kavramlarla ve pozisyonlarla tarihe yaklaşılmayacağının kesinliği ortadadır. Yöntemimize inanıyor ve güveniyoruz.
Dolayısıyla ÖSO ve Esad arasındaki ayrım, bizler öyle uygun gördüğümüz için yaptığımız bir ayrım değil; olay ve olguların tarihsel akışının bizleri konum almaya itişinin sonucudur. Bir tarafta İsrail ve ABD’ye tek kurşun atmamış ve onların yorulduğu yerde bayrağı devralan ÖSO diğer tarafta ABD’ye karşı tavır almış, İsrail tarafından düzenli bombalanan ve Tarihsel Doğu Blok’una yakınlığı bulunan Esad arasında bu dinamikler sonucu seçimler yapıyoruz.
İstikrarsız hükümetler, geçiş dönemleri, yeni bir düzenin doğum sancıları her zaman devrimciler için fırsattırlar. Esad düştü diye abuk bir ağlamaya gerek yok. Suriyeli komünist devrimciler bu süreci bir gelişme ve genişleme fırsatı olarak kullanacaklardır, aklımız ve kalbimiz onlarla.
Öbür yandan da solundan sağına devrim, cihat kutlaması yapanlar, bu sürecin halkın yararına olacağını söyleyenler Filistin direnişini İran’a, Irak’a bağlayan kapının kapandığını, TC’nin Ortadoğu pastasında elinin güçlendiğini, Ortadoğu’da hegemon emperyalist blok NATO’nun askeri yapay devleti İsrail’in kısa ve orta vadede kazanmış olduğunu göremiyorlar mı?
Suriye halkının çektiği acıların hangi temeli yıkıldı? Bütün üretim araçları halkın mı olacak? Elbette böyle bir söz veya iddia yok. Demokrasi mi gelecek? Bu bir demokratik devrim mi? El-kaidecilerden demokrasi beklemek hayaldir. ABD’den, NATO’dan, İsrail ve TC’den demokrasi beklemek hayaldir. ABD’nin demokrasi götürdüğü ülkeleri biliyoruz. Peki bu bir ulusal devrim mi? Hayır. Suriye zaten bağımsız bir devlet.
Bizim lügatımızda bu üçünden başka bir devrim çeşidi yok. İsrail’in Sünni kopyası ve dostu olacak bir yeni hükümetin herhangi bir halka istikrarsızlıktan doğabilecek bir devrimci güç dışında herhangi bir faydası olmaz.
“Suriye halkı halk değil mi” diye soranlar, bir de dönüp Yahudi halkı halk değil mi diye sorabilirler. Bilmeyen yoktur ama unutuluyor belli ki. Yahudiler yüzlerce yıl süren bir soykırıma, katliamlar silsilesine, en sonunda gaz odalarında toplu katliamlara uğramışlardır. Sonra Avrupa’da çektikleri acıdan bıkıp Ortadoğu’da kendileri için bir devlet kurulmasına “muhtemelen” iyimser, başka halkları katledeceklerini düşünmeden onay vermişlerdir. Sonraki hikayeyi de bugün yaşıyoruz.
Yahudi halkı halk değilse eğer, yalnızca Filistin ve Suriye halkları halk iseler, konumunuzun anti-emperyalizm mi yoksa kültürel bir anti-ABD’cilik, anti-batıcılık mı olduğunu gözden geçirin.
Bizler anti-batıcı değil anti-emperyalistiz. Ve doğal olarak kapitalizmin düşmanıyız. Bütün sömürü ve tahakküm ilişkilerini yıkmaktan tarafız. Bu süreci de bir güçler dengesiyle okuyoruz. Arapların da, Türklerin de, Yahudilerin de, Kürtlerin de özgürleşmesi için kendi devletimize, onun ilişki ağına yani NATO’ya karşı bütünlüklü bir savaş vermeye çalışıyoruz. Biz başkaları gibi Suriye’de Lübnan’da İran’da hiçbir komünist devrimciye “İsrail’e destek oluyorsun, cepheyi bozuyorsun” demeyiz. Herkes kendi egemeniyle savaşmakla görevlidir. Kimseyi bu görevden alıkoymayız.
Ama Emperyalist bloğu tanıyoruz. ABD’yi, TC’yi ve İsrail’İ tanıyoruz. Düşmanı biliyoruz. Onların Ortadoğu’daki planlarını sekteye uğratacak hareketler yaratmaya da devam edeceğiz.
Filistin halkı artık eski günlerine geri dönemeyecek, ancak geleceği belirleme gücü, direnişin evlatlarına aittir. Direniş, sadece bir halkın mücadelesi değil, tüm sömürülen halkların ortak mücadelesinin bir parçasıdır.