Taksim Meydanı’nın özel olarak 1977’nin kanlı 1 Mayıs’ı ve Gezi, genel olarak da kitlesel protestolar ve tüm 1 Mayıslar nedeniyle oluşan tarihsel mirası ortada. Bu mücadele mirası da referanslarını tüm yönleriyle devleti ve egemen sınıfları tehdit etmenin tarihinden alıyor. Taksim’in sınıf mücadelesi için tarihsel önemi, devletin yasakçı tavrını gayet anlaşılabilir kılıyor. Asıl anlaşılmaz olanı, yasaklara direnmesi beklenenlerin 1 Mayıs’ta Taksim Meydanı’nda ısrarcı olmamasında buluyoruz.
Taksim Meydanı’nın tarihsel önemi vesilesiyle bir sadakat ya da saygı anlatısı oluşturmak, irade, kitle kuyrukçuluğu gibi kavramları kullanarak tartışmayı rekabetçi yerlere çekmek ve görevin somut ortamla ilişkisinin bağını koparmak istemiyoruz. Bize göre 1 Mayıs’ta Taksim’de olmak, sınıf mücadelesinin güncel koşullarının sunduğu bir görevdir. Düşük ücret, enflasyon, grev yasakları, sendikal örgütlenmenin olanaksızlaştırılması ve fiili direnişlerin önündeki engellerle işçi sınıfının üzerinde oluşturulan bir abluka söz konusu. Bu ablukaya emekçiler ancak yasal sınırları zorlayarak direnebiliyor. (Bu elbette benzer ablukalara karşı direnen bütün toplumsal kesimler için de geçerli.) Bu basitçe bir tercih değil; özellikle son yıllarda elde edilen kazanımlarda emekçilerin birbirinden görerek üstüne yürüdüğü bir eşik. Bu yüzden sendikal ya da siyasi odakların 1 Mayıs tercihleri de dahil olmak üzere yaptığı hemen her tercih, bugün direnen emekçilerle onları temsil etme, onlara önderlik etme iddiasında olanlar arasındaki ilişkiyi belirginleştiriyor; eşgüdümlülük ya da açı farkı. Bu yaklaşım, bugün bizi 1 Mayıs’ta Taksim Meydanı’na götürüyor. Mekanik bir biçimde değil elbette herkes gibi biz de bir tercihte bulunuyoruz. Dolayısıyla Taksim Meydanı ya da izinli alana gitmek arasındaki ayrımı politik bir tercih olarak görüyor ve bu tercihle ilgileniyoruz. Bu tercihlerin de seçimle, olası iktidar değişimiyle kurulan ilişkisini bir sorun haline getirme niyetindeyiz.
Önemli bir seçim gününe yaklaşıyoruz. Seçimlerin önemi, sunduğu olanaklardan kaynaklanmıyor. Zaten böylesi bir olanağın, arkasında devrimci bir garantörün bulunduğu Kürt Özgürlük Hareketi’nin siyasi iradeleri dışında kime ne kadar açık olduğu da şüpheli. Daha ziyade Erdoğan önderliğinde 22 yıllık faşizan bir diktatörlük haline gelmiş bir gücün gidip gitmemesi ona önemini veriyor. Evet, Erdoğan’ın gitmesi önemlidir ama teorik olarak rejimin faşizan yanının Erdoğan gitse de korunacak bir öğe olacağının farkındayız hepimiz. Üstelik vaat edilen demokratikleşme ortamının ne anlam ifade ettiğini az çok sezebiliyoruz. Öyleyse bu 1 Mayıs belki de Taksim’de kutlanmayan son 1 Mayıs değildir. Ama her iki durumda da egemen güçlerin Taksim’i açıp-kapatması beklenmiş olunmuyor mu? Kapatılırsa izinli alanlara, açılırsa da Taksim’e gidilmiş olunmuyor mu? Aslında tercihleriniz ve pratikleriniz nihai olarak bu soruların cevabına çıkıyor olsa da onları etkileyen asıl meselenin farklı olduğunu düşünüyoruz. Şöyle bir varsayımda bulunalım: olası bir iktidar değişimiyle, üç-beş yıl sonra Millet İttifakı iktidarında Taksim Meydanı tekrardan işçilere kapatıldığında hepimiz bunu kabul edilemez bularak Taksim Meydanı’nı zorlamaz mıyız? Zorlarız muhtemelen, geçmişte de örnekleri var. Peki ya bugünden farkı nedir? Bugün olası iktidar değişiminde resmi 1 Mayıs alanının tekrardan Taksim olacağı düşünülüyor. Geçmişle kıyaslarsak yeni egemen bloğun vaatlerinin bizleri bağımsız bir şekilde “1 Mayıs alanı Taksim Meydanıdır” demekten alıkoyduğunu mu düşünmeliyiz?
Her ne kadar tartışmanın odağının dışında da olsa bir diğer yandan iktidarın değişmeyeceği ya da değişim olasılığının bu kadar yüksek olmadığını düşündüğümüzde bu sefer karşımıza farklı bir tercih sorunu çıkıyor: 2015’ten bugüne dek, mevcut iktidarın katliamlarıyla, baskılarıyla, tutuklamalarıyla ve buna karşı durmak için yeterli düzeyde bir direnişin çeşitli sebeplerle sürekli hale gelmemesi sebebiyle gerileme yılları diyebileceğimiz bir periyoda girildi. İzinli alanlarda bulunmak, bu süreçte yaygın bir eğilime dönüştüyse eğer; bugün yine izinli alanlarda bulunarak yenilgi karşılıklı olarak uzatılmış olmuyor mu?
Bununla birlikte görevimizin egemen sınıfı tehdit edecek bir güç yaratmak olduğu aşikâr, öyleyse şu soruları da sorabiliriz: İzinli alandaki kitlesel bir miting sizce yenisiyle eskisiyle egemen sınıfı ne kadar tehdit ediyor, en azından bu gücün yaratma sürecinin hangi adımını oluşturuyor? Bu ülkenin egemenlerini her zaman ve her durumda direnişlerle karşılamak gibi bir çizgimiz yok mu? Öyleyse iktidar değişimine kesin gözüyle bakılıyor. Taksim yasaklandığından beri hepimiz, her zaman Taksim’de ısrar etseydik Taksim yeni iktidarın açtığı bir alan değil, bizlerin kazandığı bir şey olarak görülebilirdi. Örneği de açık; feminist hareketin yıllardan beri süren Taksim Meydanı ısrarı. Bu alan iktidar değişikliği ihtimalinde bu hareket için şimdi verilen bir şey mi olacak, alınan bir şey mi? Biz, basitçe, ilkesel olarak seçimle gerçekleşen iktidar değişikliklerinin egemenlerin iç sorunlarını çözme niteliği taşıdığını ve onların düzeni yeniden üretme vaatlerinin bizlerin tercihlerinde bu kadar etkili olmaması gerektiğini düşünüyoruz. Tüm bu tablodan sonra soruyoruz: hareketin, sınıf mücadelesinin ortak çıkarı izinli alanda mıdır, Taksim’de mi?
“Rivayete göre, iki yüzyıl önce İspanyol sömürgecilerinden bağımsızlığın ilan edildiği gün Quito şehrinin duvarına birisi şöyle yazar: “Despotizmin son günü ve aynısının ilk günü.”
Eduardo Galeano, Biz Hayır Diyoruz.