Denizlerin yolunda, iktidar için kavgaya! – Arkadaş Çilem Alçay

1 Mayıs geride kaldı. Hemen öncesinde yazdığımız yazıda hemen hemen herkes gibi, bu yıl 1 Mayıs’ı çeşitli özel koşullar altında karşıladığımıza dikkat çekmiş ve 1 Mayıs 2020’nin önemini “bütün dünyada yaşanan koronavirüs salgını ve bu salgınla belirginleşen tartışmalar ışığında” kavramaya ve anlatmaya çalışmıştık. Tam da bu yazıda belirttiğimiz tartışmaların, somutlanmış ifadelerine dönüşen bir 1 Mayıs geçirdik. Şimdi, mücadeleye omuz veren herkes açısından bir yılın birikimi ve değerlendirmesi niteliği de taşıyan, konumlanışları görünür kılan bu günlerde, 71 kopuşunun önderlerinden Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’ın katledilmelerinin 48. yılında bazı tartışmaların derinleştirilmesi gerektiğine inanıyoruz.

Tarihin ateşini körüklemek: Ne zaman hatırlıyoruz?

1 Mayıs’ın tarihi ve meydanıyla ilgili bilgiler vermeye ihtiyaç olmadığını düşünüyoruz. Yalnız bu bilgilerin ne zaman hatırlanıp ne zaman unutulduğu ile ilgili bir değerlendirme yapmakta fayda var. 1 Mayıs 1977’de, yüzbinlerce işçi, emekçi ve genç kendi elleriyle inşa ettikleri örgütlerin pankartları arkasında Taksim Meydanı’nda buluşmuş ve siyasal iktidar eliyle örgütlenen kanlı bir saldırıyla karşılaşmıştı. Bu saldırı, 1 Mayıs 1978’de Taksime Meydanı’nı dolduran işçi sınıfı ve emekçi halkın (ve yine onların kitlesel biçimde var ettiği ve yaşattığı örgütlerinin) belleğinde canlıydı. Nasıl ki; 1 Mayıs 1977, Taksim Meydanı’nı 1 Mayıs alanı olarak geri dönülmez biçimde tariflediyse, 1 Mayıs 1978 de iktidar kavgasında geri dönülmez bir cüretin ifadesi olarak tarihe kazındı.

Bu tarihsel bilgileri, aynı ifadelerle değilse de, iyi kötü herkes dile getiriyor. Ancak 1 Mayıs’ın tarihine ilişkin aktarılan bilgiler, günümüze ne kadar yakınsa, kurulan cümlelerin özneleri ve yüklemleri de o kadar bulanıklaşıyor. Bu yapılan, değerlendirmeye konu edilen dönemle ilgili ideolojik-politik bir kafa karışıklığının gayri ihtiyari bir dışavurumu ise şüphesiz ki ayıp değildir. Yaşayan bir hareketin adı olarak tariflediğimiz komünizm, nihai bir atılım değil de bir mücadele sürecinin adı olarak kavradığımız devrim; bu uğurda dövüşenlerin karşısına sürekli olarak çözmesi gereken sorunlar getirecektir. Her durumda aynı sözleri ezberden söyleme konforu arayanları da etkisizleştirmesinin sebebi budur. Ancak bu kafa karışıklığından kaynaklanan hatalı tutumlar, tarih tarafından yanlışlanan tespitler yapılmışsa da (haydi en azından kendi kitlesine diyelim) özeleştiri gerektirir ki; saplanıp kalmadan, kamburlaşmadan, dimdik, yola devam edilebilsin. Uzun zamandır böyle açık bir tavır görmediğimizden, herkesin her dönem aldığı tavrı doğru bulduğunu varsayıyoruz. Ancak bu durumun içinden çıkmak için ise, neredeyse hiçbiri taktik hamle niteliği taşımayan bu farklı konumlanışları açıklamaya çalışan geçmiş zamanlı örtük ifadelerden, “o zaman öyle gerekiyordu”lardan, süslü cümlelerden daha fazlasına ihtiyaç var.

Sıkça birbiri yerine kullanılan “Taksim 1 Mayıs alanıdır!” ile “1 Mayıs alanı Taksim’dir!” sloganları arasında açık bir fark var. Bazen tarafımızdan da farkında olmadan yapılan bu hata, bu yıl özel bir anlam kazanarak, son yılların 1 Mayıs tartışmalarının somut bir ifadesi olarak okunabilir. Son yıllarda birbiri ardına 1 Mayıs “kutlamaları” için işaret edilen Bakırköy ve Maltepe’deki alanları, buralara çağrı yapanlar 1 Mayıs alanı olarak görmüyor muydu bilmiyoruz ancak eğer görmüyorlarsa özellikle Maltepe gibi yıkılan gecekondulardan çıkarılan molozlar ve taşlarla inşa edilmiş bir dolgu alana binlerce işçiyi, emekçiyi ve genci çağırırken nereye çağırıyorlardı? Kimsenin hakkını yemeyelim, bu dönemde yapılan çağrılar için kullanılan afişlerde yer belirtmekten özellikle kaçınarak, 1 Mayıs’ta “alanlarda” olmayı örgütleyenlerin bu tavrını (hepimizin paylaştığı maddi yetersizlikleri de hesaba katarak) utangaç bir hesaplaşma olarak görüyoruz. Yoksa kimsenin “1 Mayıs alanı Taksim’dir!” sloganından söylem açısından vazgeçtiği yoktu.

Yoktu yoktu da, maddi olarak gözlenen ya Taksim ısrarını sürdürmeye yönelik “öncü” sıfatının arkasına saklanan “temsili” bazı eylemler ya da “hazırlık” veya “moral-motivasyon” gibi ne anlama geldiği muğlak ve tartışmalı olan açıklamalarla büsbütün iktidarın yüksek izniyle açılan alanlara yığılmaktı. Ama tabi, Taksim’de Kazancı Yokuşu’na karanfil bırakmak ya da Bakırköy ve Maltepe’de kurulan kürsülerden Taksim’in adını anmaktan vazgeçildiğini asla söylemiyoruz; sonuçta anlaşılan o ki Bakırköy ve Maltepe gibi (pek tabii ki) Taksim 1 Mayıs alanıdır; ya da hem dil bilgisi hem de anlam açısından şöyle düzeltelim: Taksim de 1 Mayıs alanıdır. Uğruna her zaman dövüşmek gerekir mi, bunun cevabı meçhul…

1 Mayıs alanı Taksim’dir!

Niyetimiz geriye dönüp başkalarını eleştirerek hesaplaşmak değil. Yalnız bu kritik süreçlerde aldığımız tutumları açıklamaya niyetimiz var. Bunu da ancak ve ancak gençlik mücadelesine dair derinleştirmeye niyetlendiğimiz çizgiyi daha da belirginleştirmek, geniş gençlik kesimlerine bu çizgiyi inşa etmek için bir kez daha açık çağrıda bulunmak üzere yapıyoruz. Yoksa muhtevasını açıklamak için üzerine bir kez de yazı yazılması gereken bir eylemin eksik olduğunu düşünürüz.

1 Mayıs alanı Taksim’dir! Taksim’in sınıfa karşı sınıfı temsil etttiğini düşünenler, işçi sınıfını bir muhalefet cephesi ya da toplumsal kesimlerden herhangi biri olarak değil iktidara talip bir politik özne olarak konumlandıranlar, saldırılara karşı cesareti örgütlemeye çalışanlar açısından böyle. Memleketin en görünür meydanı, özellikle 1 Mayıs’ta, yılın diğer günleri de görünmez olmakla mücadele eden işçilerin ve emekçi halkın meydanı olmalıdır. 1 Mayıs, işçilerin hayatı üretmekten aldığı güçle, hayatı durdurabileceğini, olağan akışı kesintiye uğratabilecek güçte olduğunu hatırlamak ve hatırlatmak için; bu özellikleri taşıyan bir biçimde organize edilmelidir. Yoksa bir ritüel olarak değil. Bunu da mutlak biçimde ifade etmiyoruz, Taksim’de yapılacak bir 1 Mayıs eyleminin aksi anlama geleceğini tespit edersek bunu da açıklıkla ifade eder ve kavgayı büyütmek için anlamlı bulduğumuz başka alanlara “gönül rahatlığıyla” herkesi çağırırız. Yalnız bu tespit, o ya da bu örgütümüzün, doğrudan ya da bir grup olarak olunca öyle görünmese de niteliği değişmeyen kişisel çıkarlarımızdan doğmaz. Bu bizim, devrimciliğe dair samimiyetimizin; işçilere, emekçilere, gençlere karşı dürüstlüğümüzün doğal bir sonucudur. Ancak içinden geçtiğimiz yılların, Taksim için dövüşmenin mahiyetini kaybetmediğine dair yaptığımız tespitleri haklı çıkardığını (bu yıl daha da açıkça) gösterdiğini de aynı gönül rahatlığı ve mücadele azmiyle söyleyelim.

Bu yıl, içinden geçtiğimiz pandemi koşullarında sermaye ve onun siyasal iktidarı tarafından yapılan #EvdeKal çağrılarına karşı bütün araç ve yöntemlerimizle teşhire yöneldik. Bazı çevrelere göre teknik ve bilimsel bir konu olan sağlığın (ya da halk sağlığı diyelim) politik zeminlerine ve buradaki sınıfsal çelişkiye dikkat çektik. Gönüllü karantina çağrıları sokağa çıkma yasağıyla buluşurken orta sınıf reflekslerine koyduğumuz mesafeyi keskinleştirerek ezilenlerin en ezilenlerine, en alttakilerin taleplerine ses olmak, yoldaşlaşmak için siyasi ve örgütsel çalışmamıza bir an olsun ara vermedik. Aksine yoğunlaşmamızı hızlandırdık. Görevlerimizi, bilim kurullarına veya uzmanlara devretmedik. Aklımızı ve yeteneğimizi iktidar kavgasına odakladık. Böylece mahkum ettiğimiz ricacı, yardımsever veya aydınlanmacı pozisyonlarla mesafemizi açarak yoldaşça ve eşit bir ilişki geliştirdiğimiz mücadele zeminlerini büyütmeye çaba harcadık.

1 Mayıs’ta da bu tavrı sürdürmek ve büyütmek üzere çalıştık. İşçilerin, emekçilerin, gençlerin, kadınların ezcümle ezilenlerin sözlerini taşımak, seslerine ses olmak için organize ettiğimiz #1MayısKürsüsü çalışması bunun bir yanıydı. Bu süreçte, siyasi iktidar eliyle çarpıtılan/görünmezleştirilen gerçeklerin daha yüksek sesle ifade edilmesi, propaganda araçlarının ezilenlerin parlamentosu mahiyetinde çalışması fikrine dayanıyordu bu çalışma. Bir diğer yanıysa, yoldaşlarımızın “İşçilere pandemi yok mu!” diyerek işçilerin en can yakıcı taleplerinden biri olan ücretli izin talebini Taksim ısrarı vurgusuyla taşıdığı eylemdir. Her biri binlerce işçiyi temsil etme kabiliyeti taşıyan, işçilerin yığınsal örgütlenmelerinde çalışma yürüten, işçi sınıfının iktidar kavgasını büyütmekten başka hiçbir çıkarı olmayan ama “sınıf sınıf” diyerek soyut bir boşluğa değil, doğrudan bu topraklarda yaşayan ve üreten milyonlarca işçiye konuşan, her bir direnişçi işçinin adını, ailesini, hikayesini ezbere bilen yoldaşlarımızın; bu sebeple “temsili” düzeyde olmayan bu eylemi, örgütlü yapısıyla Gençlik Komiteleri’nin örgütleyicisi olduğu ve sahiplendiği bir eylemdir.

Denizler gibi, iktidarı almak için mücadeleye!

6 Mayıs’ı da bir anma günü olarak değil, 71 kopuşunun önderlerinden Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’ın idam edilmesinin 48. yılında gençliğin görevlerini sırtlanmak için bir çağrı olarak görüyoruz. 71’de gençlik hareketinin gücüyle Mahir Çayan, İbrahim Kaypakkaya ve Deniz Gezmiş’te vücut bulan devrimci bir kopuşu, 72’de ise devrimci dayanışmanın en yürekli biçimini var eden önderlerin izinde, bugünün yıkıcı ve yaratıcı hareketini yaratmanın görevleri önümüzde duruyor.

Uzun yıllardır, sosyalist solun içinde bulunduğu kuşatılma ve içerilme süreçlerinden gençlik örgütleri de nasibini aldı. Bunun hiç şüphesiz ilk sebebi, 71’deki gibi bir devrimci kopuşun o ya da bu sebeple yeniden gerçekleşmemesi başka bir deyişle aşılamamasıdır. Gençlik örgütleri, yürüttükleri siyasetin kurucusu ve belirleyicisi olmaktan uzakta, bağlı bulundukları merkezi siyasetin belirlediği sınırlar içinde siyaset yapmaktadır. Halihazırda üretilmiş olanın, bir alan özelinde (bunun üniversite ya da başka bir yer olması fark etmez) yeniden üretilmesinden, çeşitli yollarla uygulanmasından başka bir şey değildir bu. Oysa bunun aksine, gençler tarafından her defasında mahkum edilmesine rağmen, bu gerçekliği görünmez kılmaya çalışan bir “öz-örgüt” iddiasının da bulunması suyu iyice bulanıklaştırmakta, yapılan tartışmaların açıklık zeminini ortadan kaldırmaktadır. Rutin günler öncesinde yan yana gelen gençlik örgütleri, sonuca bağlanmayan ve fikri-pratik derinlikten yoksun tartışmalar sürdürmek zorunda kalmaktadır. Bizim ihtiyacımız ise bunun tam tersini yapmaktadır. Gençlik siyasetinin eğilimini, aşağıdan gelişen inisiyatifleri birleştirmeye ve geliştirmeye, bu sırada da zaten genelde sonuçları çoktan bağlanmış kısır tartışmalar yerine yeniden bir harmanlanmaya bükmeliyiz.

Bunun yolunun, geniş ve örgütsüz gençlik kesimlerini temsil etme kabiliyetinden yoksun, birbirinden nüans denebilecek ölçüde farklarla ayrılan gençlik örgütlerinin “üstten” yan yana gelmesinden geçmediği bizim açımızdan nettir. Şüphesiz, gençliğin örgütlü kesimlerinin yan yana gelmesi, birleşik eylemler ortaya koyması önemlidir. Ancak bu yan yana gelişlerin, ortaya koyulacak eylemin muhtevasının tartışıldığı zeminler olması gerekirken aksine, biçime yoğunlaşılmaktadır. Bizim için, eylemin biçimi de eylemin muhtevasına yönelik tartışmanın bir doğal sonucu olarak ortaya çıkar. Kullanılan kavramlar, eylemin yeri, imzası, araçları, süresi ve etkisi bu muhtevanın kontrol edilebilir ya da edilemez sonuçlarıdır. Ancak böylece birleşik bir eylemin ortaya çıkması, devrimci dayanışmanın yalnız bizim birbirimize gösterdiğimiz bir nezaket değil siyasi iktidarın karşısına dikilmenin somut bir zemini olması mümkün olur.

Bir diğer sorun ise daha temeldedir. Birlikten anladığımız, gençlik örgütlerinin yan yana gelmesi anlamına geliyorsa, kabul etmek gerekir ki bu; güçsüzlerin birliğidir. Daha önce ifade ettiğimiz gibi gençlik örgütleri, geniş gençlik kesimlerini temsil etme kabiliyeti taşımamaktadır, geniş gençlik kesimleriyle, gençlerin hakikatiyle, davranış biçimiyle, istek ve arzularıyla ilişkisi zorla ya da örtük bir rızayla kesilmiş durumdadır. Bizim bu tablodan görev olarak çıkardığımız sonuç, daha önce de çok kez ifade ettiğimiz gibi; gençliği özneleştirmeye, gençliği kavramaya, onun itirazlarını isyanlaştırmaya, dayanışma ve iletişim ağlarını güçlendirmeye, temsil ve katılım mekanizmalarını inşa etmeye daha fazla yoğunlaşmak, hakikatini ortaklaştırmak, zaten içinde bulunduğumuz gençlik kesimlerinin eğilimlerini fiili, meşru, militan, kitlesel bir çizgiyle buluşturmak için daha fazla çabalamaktır. Direnişçi bir çizgi için ideolojik-politik-örgütsel bir mücadele içinde olmaktır. Burada kastettiğimiz şey, militanları da olan bir kitlesel çizginin inşası değil, militan bir kitle çizgisinin inşasıdır. En baştaki konuya bir atıf yapmak gerekirse; 1 Mayıs’larda Taksim ısrarını bu yüzden hangi araçla olursa olsun, bir öncüler eylemi (öncüyse de sınırlı bir öncüler ekibinin değil, gençliğin öncü olduğu) ya da temsili bir eylem (sayımızın azlığına, düşmanın çokluğuna bakmadan) olarak örgütlemedik. Her zaman, katılabilen ya da katılamayan bütün genç arkadaşlarımıza çağrı yaparak örgütledik. Bu açıdan, bu örneğin görevlerimizi kavrayışımıza dair açıklayıcı olduğuna inanıyoruz.

Nihai olarak derdimiz ne kadar güçlü olursa olsun bir muhalefet cephesi olarak değil, iktidar için mücadele etmektir. Gençlik hareketinin önünde duran görev, devrimciliğin somut bir yol olarak bulunmadığı ancak devrimcilerin hala var olduğu bu topraklarda, gerçek bir ihtimal olarak mücadeleyi örgütlemek; işçiler ve emekçilerle sahici ve topyekun bir karşı çıkış imkanı sağlayacak birliktelikler, ilişkiler, bağlar kurmaktır. Mahirler, Denizler, İbolar gibi ezilenlerin iktidar mücadelesini büyütmektir.

Özgürlüğün ateşini devraldık, tarihin ateşini körüklemeden gitmeyeceğiz!
Sürüyor, sürecek mücadelemiz!

Gençlik Komiteleri