Egemen sınıfın düşünceleri her çağda egemen düşüncelerdir: Yani, toplumun maddi egemen gücü olan sınıf aynı zamanda egemen fikri güçtür. Bu saptama, Marksizmin bilgi kuramını ve eğitim anlayışını anlamamız açısından kritiktir.
Bilim ya da bilgi gerçeklikten, yaşamdan, tarihten bağımsız değildir. Bizler bilgi ve deneyimi birlik içinde ve gerçekliği anlamak, dönüştürmek ve yeniden şekillendirmek üzere ele alıyoruz.
Marksist bilgi kuramı, dogmatizmin bütün biçimlerine karşı çıkar. Olguların, olayların, ilişkilerin ya da eylemlerin tarihsel mantığını anlamak üzerine kuruludur. Gerçekliğin tarihsel oluşumuna bağlı olarak mutlak fikirler, mutlak hakikatler ya da değişmeyen özler gibi kabulleri reddeder. Bugün teorinin ve pratiğin bir arada yürütüldüğü ifade edilen üniversitelere baktığımızda ise aldığımız eğitimin sıklıkla katı, neredeyse değişmez, niceliklere indirgenmiş, tartışmaya, eleştiriye açık olmayan ve sınav odaklı yapısını görüyoruz. Puanlara tabi tutulup değerlendirildiğimiz bu mekanizma içinde değil gerçekliği anlamak; gerçeklikten ayrışmak, ona yabancılaşmak üzere bir formasyona tabi tutuluyoruz. Ama bu, bizim bilgiden, bilimden, felsefeden, siyasetten vazgeçmemiz değil bunları gerçekliği anlamamız yönünde geliştirmemiz, özümsememiz gerektiğini gösteriyor.
Materyalizm bilginin, bilimin, deneyimin gerçekliğin dönüşümüyle koşullu olarak geliştirilmesi fikrini esas alır. Materyalizm açısından bilimsel ilerlemedeki her aşama materyalizmin yeni yönlerle derinleştirilmesini beraberinde getirir. Bu gelişme dinamiği özel çıkarlar tarafından sınırlandırılır ya da kırılmalara uğratılırsa insanın “bilme” eylemi dondurulmuş olur ve bilgi eksikliği artarak yanlışlar yeniden üretilmiş olur. Bilimin başka her dalında olduğu gibi, bilgi ve deneyimde de diyalektik olarak düşünmemiz, yani, bilgimizi olup bitmiş ve değişmez bir şey olarak görmeyip bilginin bilgisizlikten nasıl doğduğunu, eksik ve kesin olmayan bilginin nasıl daha eksiksiz ve daha kesin bir duruma geldiğini belirlememiz gerekir.
Doğrudan maddi bir eylem gibi olmasa da düşünmek de bir eylemidir, bir deneyimdir. Pratik deneyimimiz düşünsel deneyimimizi belirlediği gibi tersi de doğrudur. Bu, mekanik ya da yansımacı bir birlik değildir. Bireysel düşünme tarzımız toplumsal pratiğimizin bir üretimi ya da uzantısıdır, toplumsal ilişkilerin belirlenimi altındadır. Ama bununla her düşüncenin eylemle ya da deneyimle belirlendiği yönünde bir yaklaşım olarak empirizmi kastetmeyiz. Bilhassa Marx ve Lenin, sadece idealizme değil her şeyi tek bir ilkeyle açıklamak yönünde geliştirilmiş empirizme, rasyonalizme ya da buna benzer birçok yaklaşıma da savaş açmıştır. Bizi yarar ve sonuç odaklı düşünmeye sevk eden, bencilleştiren, rekabeti erdemmiş gibi benimsememize neden olan bu yaklaşımlar, esas olarak toplumsal ilişkilerde görünürken fikir ve bilgi düzleminde ise en başta eğitim kurumlarında üretiliyor. Girişte ideoloji ya da egemen fikirler vurgusunu bu nedenle yaptık. Zira toplumsal ilişkilerin yeniden üretiminden ayrık olarak düşünemeyeceğimiz bu bilgi üretme süreçleri de egemen ideolojilerin yeniden üretiminin ifadesidir ve bu ikisi birbirini tamamlayıcı biçimde düşünülmelidir.
Bilgi üretme kurumları açısından üniversitelere baktığımızda üniversitelerde uzunca bir süredir dışarıdan ve içeriden ciddi bir yozlaşma yaşandığı açıktır. Bu yozlaşmanın bürokratik, ekonomik, akademik, sosyal, etik gibi birçok boyutu vardır. Uzun yıllardır akademik yaklaşımı dikkate almadan işleyen bürokratik yapı ve kadro alımlarında yaşanan usulsüzlükler ve belirli kişiler için uygulanan öznel kriterler, buna bağlı olarak eğitimin içeriğinde ve niteliğinde yaşanan belirgin çöküş resmin bir yarısını temsil ederken resmin diğer yarısını üniversite dışındaki eğitim-öğretim aşamalarının içinde bulunduğu ağır tablo temsil ediyor. Kuşkusuz üniversite içi etkenleri ve üniversite ile diğer kurumlar ve toplum arasındaki ilişkiyi diyalektik bir bütünlük içinde değerlendirmek durumundayız. Her anlamda içi boşaltılan üniversiteler de -kimisi biraz daha az kimisi biraz daha çok- birer meslek okuluna dönüştürülmüş vaziyettedir. Üniversiteleri politik, bilimsel, felsefi, estetik ve başka birçok alanda yeniden hakikati arama düzlemine taşımak için kendi donanımını bu yönde yetkinleştirmek üzere bir araya gelmek ve var olan durumun içindeki her tür yozlaşmış ilişki tarzını teşhir ederek üniversite bileşenlerinin de bu yönde adım atmalarında itici güç oluşturmak; tüm bunları yaparken meselenin kurumsal bir sorun ve sınırda olmadığının bilinciyle bilimin, deneyimin, teknolojinin toplumsal yarar için kullanılması yönünde seferber edilmesini sağlayacak ağlar örmek sorumluluklarımız içindedir.
Peki gençlik olarak bu egemen ilişkilerden ve çürümüşlükten nasıl kurtulacağız? Öncelikle bunları üreten gerçekliği nesnel bir biçimde anlama yoluna girerek ve bu yönde derinlemesine bir araştırma yürüterek. Sürekli ve disiplinli bir çalışma ile ulaşılabilecek bu bakış açısı, sürekli biçimde yenilenmeyi ve geliştirilmeyi beraberinde getirmelidir. Burada kritik olan, bilgimizi ve bakış açımızı deneyimde sınayarak geliştirmemiz. Bilimin, felsefenin, siyasetin, sanatın akademik uzmanlık sıfatıyla parçalanmasına karşın bilgiyi çok yönlü ele almak ve bilgiyi toplumsallaştırmak bize doğru bilgiye gitmek yönünde deneyim de kazandıracaktır. Madem ki egemen sınıf ve onun müttefikleri olan kurumlar egemenliklerini güçlendirmek için bilim ve bilgiyi bu yönde kullanıyorlar biz de güç ilişkilerine karşı gerçekliğin bilgisi ve tarihsel deneyimle donanarak mücadele edebiliriz.
Egemen fikirlerin üretiminde devletin rolü bilinir. Egemen güç ilişkilerinin sürekliliği açısından ideolojik dayanakların teşkili ise birçok kurumun yanında eğitim kurumları aracılığıyla sağlanır. Örneğin insanlar genelde hak ettikleri şeylere sahiptir ve dolayısıyla yoksul insanlar çok çalışmadıkları için fakirdir önermesi. Ya da insan doğuştan bencildir ve rekabetçidir, devletler savaşlara hep haklı sebeplerle girer, kapitalizm güçlü bir üretim biçimidir ve ortadan kaldırılamaz sadece iyileştirilebilir, her insan doğuştan belli bir işi yapmaya yatkındır vb. Eğitim kurumları ise bu yönde sorunları ve yaklaşımları, bireysel ya da kişiselmiş gibi değerlendirerek toplumsal değişimi hedefleyenlerin yönünü ideolojik yönde belirler. Böylece günümüz üniversite kurumları, düzenin birer aygıtı olarak öğrencilerden muhtemel “iyilikseverlerini” yaratarak bizleri sosyal ve politik sınırlarını özümseyen, temkinli birer uzmana dönüştürür. Bu da öğrenciyi kolay yönetilen, çöpsüz sapsız, büyük olasılıkla ne anlamlı bilimsel bilgiyi üretebilen ne de toplumsal dönüşüme katkı sunabilecek, geçmişte de sıkça yapılmış çalışmaların birer çeşitlemesinden öteye geçmeyen araştırma projelerine yönlendirir. Toplumun içindeki değerler ve güç ilişkilerine eğilmeden, veriler üzerine yapılan vurgular bizi düzene karşı çıkan, onu eleştiren ve hakikate ulaşmaya çalışan bir yaklaşıma değil ancak ve ancak geleneksel ve hakim ideolojiyi besleyen bir noktaya götürür. Diplomalarımız belli bir iş alanında, dönmekte olan çarklara uyum sağlamaya ve düzenin işleyişini sürdürmeye yetecek düzeyde bir ortalama bilince ulaştığımızın ifadeleridir. Mesleki statü ve iş talepleri, araştırmaları destekleyen, fonlayan düzen içi kuruluşların tercihleri, dışsal politik baskılar, bağlantılar, politikacıların sahiden araştırmaları destekleyeceği umudu araştırmacının ortalığı sarsabilecek ve onu nesnel gerçekliğine bir adım daha yaklaşabilecek konu ve sonuçlardan uzaklaştırır. Örneğin bilimsel araştırma kurumlarını düşünelim. Bu kurumlar yalnızca kendi işine yarayabilecek konulardaki araştırmaları destekliyor: savaş araçları, güvenlik aygıtları, endüstriyel ürünler… Onlardan toplumsal dönüşümü, toplumsal özgürlüğü inşa edecek yönde bir proje araştırmasına katkı sunmalarını bekleyemeyiz de.
Burjuvazi egemenliğini korumak amacıyla sadece üretim araçlarına değil tüm bilgi araçlarına da el koyar. Çünkü toplumsal çelişkiler gereksinimleri su yüzüne çıkarır, üzerlerinde konuşulmasını ve çare aranmasını tetikler. Burjuvazi bu çelişkilerin yansıyıp irdelenebileceği inanç, sanat, hukuk, felsefe gibi bütün ideoloji biçimleriyle birlikte bilimi de baskılayarak çıkarları doğrultusunda sürekli işler. Bu, burjuvazinin topluma egemen olma yollarından biridir. Ve biz de aynı düşünce biçimlerini burjuvazinin hem bu alandaki baskı ve tahribatını gidermek, hem de toplumsal egemenliğini yıkmak amacıyla sürdürdüğümüz politik mücadele çerçevesinde ele alabiliriz. Ele alış biçimimiz ise düşüncelerin toplum ve tarih ölçüsünde nesnel niteliklerini gözetmek yönündedir.
Bizim gibi ülkelerde üniversiteler ancak emperyalist ülkelerde geliştirilen bilimsel bilgilerin teknolojiye dönüştürülmesine aracılık ediyorlar. Bu yüzden üniversite eğitimi temel öğretimin doğrudan devamı ve ezberlemekten ibaret kalıyor. Bugüne baktığımızda bilimin temelde iki yerde geliştirildiğini söyleyebiliriz: birincisi şirketlerin araştırma-geliştirme bölümlerinde, ikincisi düzenden bağımsız düşünen ve çalışan aydınlar arasında. Bu araştırma geliştirme kısmında bilginin düzenin kendi enstrümanlarıyla ve içerilmiş bir biçimde üretildiğini söylemek şaşırtıcı olmayacaktır. Buradan doğru en başta ifade ettiğimiz hakikati anlama çabasına erişmenin bir yolu yoktur. Bizim amacımız, ikinci grupta yer almak olmalıdır. Düzenden bağımsız, bilginin üretimi için çabalayabilecek kararlılığımız vardır.
Kapitalist üretici güçlerin kaçınılmaz gelişiminin bir parçası olan araçlar ve bilgi birikimi, kapitalizme son vermenin olanakları olarak kullanılabilir. Başka bir ifadeyle, kapitalizmin gelişmesini sağlayan araçlar, bilgi ve olanaklarda, kapitalizmin yıkılışını sağlayacak olası güçler de mevcuttur. Düzen için eğitimin belirlenişi düzeni koruyucu, bizim eğitimimizin belirlenişi ise düzeni yıkıcı niteliktedir. Bu da eğitim ve araştırmalarımızı bu politik bakış açısına göre yürütmemiz gerektiğini gösterir. Marx tüm bunlar için var olan her şeyin acımasızca eleştirilmesinden bahsediyor. Kastettiği acımasızlık yani hem üstlendiğimiz şeyin sonuçlarından korkmamak hem de önümüzdeki güçlerle çatışmaya girmekten korkmamak anlamında bir acımasızlıktır. Acımasızlık derken, eskisini eleştirerek yeni bir dünyanın izini sürmek ve bu yönde gerekli sorumluluğu üstlenmekten bahsediyoruz.
Gençlik Komiteleri olarak tarihin insanlar için getirdiği sorumluluğu üstümüze alarak, kurumlar içi dönüşüm çabalarıyla birlikte toplumsal dönüşümü sınıf mücadelesi ekseninde ele alıyoruz. Tarihin sınıf mücadeleleri tarihinden geldiğini biliyoruz. Politik- ideolojik bağımsızlığa ulaşmak için kendi çalışma ağımızı, araştırma gruplarımızı örüyor, bunun için gönüllü, mücadele edecek dostlarımızı dayanışmaya; kolektif, farklı düzeylere seslenen, bağımsız bir araştırmacılık anlayışı için bu tarihsel sorumluluğu beraber almaya davet ediyoruz.