“Bize bir zaman politikası lazım. Hayatlarımızın bizim olduğuna, onunla ne istersek yapabileceğimize ilişkin politik bir anlayışa ihtiyacımız var,” diyen Jaffe’nin “gönül işi miti”ne; ücret önemsenmeden “tutkuyla” yapılması pazarlanan işlere dair tarihsel analizini paylaşıyoruz. Jaffe bizi, “zevkle” veya değil, yaptığımız her iş için emeğimizin gerçek karşılığını aldığımız, kapitalizm ötesi bir toplum tahayyülü ile zaman ve insan arasındaki ilişkiyi yeniden düşünmeye davet ediyor.
“Gönül işi miti” (bazı işlerin aslında “iş” olmadıkları, bu yüzden de ücretle değil tutkuyla yapılmaları gerektiği fikri) çatırdıyor.
Tabii ki çalışmanın haz verdiği durumlar var; mümkün olan her durumda bu mutluluk ve bağ kurma fırsatını değerlendirmeliyiz. Ama bence çalışmaktan mutlu olma arzusu, inşa edilmiş bir arzu ve bu arzuyu yaratan dünya çatırdamaya başladı.
“Çalışma”nın kendisi artık işlemiyor. Reagan ve Thatcher günlerinden bu yana pek çok insan için ücretler hiç yükselmedi. Üniversiteyi bitirmiş olmak artık beyaz yakalı bir işi garantilemiyor. Pandemi hem Amerika Birleşik Devletleri sağlık sisteminin arızalarını ortaya çıkardı hem de büyüyen tehlikeye rağmen işlerini yapmaya devam etmekten başka çaresi olmayanların toplumsal açıdan “vazgeçilmez” işlerinin acımasızlığını ayyuka çıkardı.
Yaptığı işten zevk alan mutlu azınlığa mensup olsak bile, uyanık olduğumuz saatlerin çoğunu çalışarak geçirmek zorunda olduğumuz bir toplum bize mutluluk getirmez. Feminist eylemci ve yazar Silvia Federici’nin dediği gibi, “hiçbir şey hayatlarımızı, arzularımızı tatmin eden eylemlerin ve ilişkilerin işe dönüşmesi kadar etkili biçimde harap etmez.”
Kapitalist toplum işi aşka ve aynı şekilde, aşkı da işe çevirdi. Ama sermaye ister hoşlansın ister hoşlanmasın, biz de önceliklerimize ilişkin aklımızı başımıza toplamaya başladık. Araştırmalar, giderek daha çok insanın “önemli bir iş”tense, “daha az çalışma saati, daha çok boş zaman” veren işlerde çalışmak istediğini gösteriyor. Bu sadece daha az öğrenim görmüş olanlar arasında değil, yüksek öğrenimliler için de geçerli.
Böylesi bir iş aşkının yan etkisi, insanlar arasındaki aşk hakkında konuşmanın önemini kaybetmesi oldu. Kişisel ilişkilerimiz hayatımızın kenarına itildi, yoğun iş takvimlerinin bir yerlerine sıkıştı ya da hepten işin gerekliliklerine kurban edildiler. Aşk uzun zaman işin zıttı olarak algılanmıştı. Aşk ev için, aile için, çift içindi; iş yeri, bu aşkı sürdürebilmek için ihtiyacınız olan parayı kazandığınız yerdi. Ayrıca aşk, kadınlar için erkekler için olduğundan daha önemli diye düşünüldü; ev kadınların alanıydı, iş yeri erkeklerin. Aslında bu hatlar hep bulanıktı. Birincisi, pek çok kadın sanayi kapitalizminin başında da zaten çalışıyordu ve denetim alanını eve kadar genişletmek isteyen patronların sayısı az değildi. Örneğin; Henry Ford görevlendirdiği kişileri çalışanlarının evlerine teftişe göndermesiyle meşhurdu. Onların düzgün, heteroseksüel ve tek eşli olarak yaşayıp yaşamadıklarını, dolayısıyla aldıkları ücreti hak edip etmediklerini denetletirdi.
İş yerleri değişirken aşka dair fikirlerimiz de değişti. “İkinci dalga” olarak bilinen feminist devrim, kadınların kariyer odaklı işlere erişimini yalnızca ekonomik bağımsızlık kaynağı olarak değil, evi temizleyip çocukları doyurmaktan daha ilginç şeyler yapmanın da yolu olarak gördü. Ve sosyolog Andrew Cherlin’in belgelediği gibi, aşk da tek eşli evlilikten daha açık, esnek ve tabii artık heteroseksüel olmak zorunda olmayan bir şeye dönüştü. Ama partnerlik hakkındaki konuşma biçimimiz (cinsiyet açısından nötr bir kelime olarak kullanımı giderek yaygınlaşan “partner” kelimesi, garip bir şekilde iş yerini, yönetim kurulunu, hukuk şirketini de akla getiriyor), ailenin kökenini hâlâ çalışmanın tamamlayıcı kurumu olarak yansıtıyor. İlişkilerimiz altüst olduğunda, bu ilişkilerin devam etmesini neredeyse imkânsız hale getiren toplumsal ve kurumsal baskıya bakmak yerine kendimizi suçlamaya devam ediyoruz. Aşk hâlâ, yabancılaşmış emeğin biçimlerinden biri.
Neoliberalizmden zarar gören yalnızca romantik ilişkiler değil. Arkadaşlık da çalışma hayatlarımızın örgütlenme biçiminin bir zayiatı. 2014’te yapılan bir çalışma, Birleşik Krallık’ta on kişiden birinin yakın arkadaşı olmadığını gösterdi. ABD’de 2019’da 2000 doğumlularla yapılan bir ankette, her beş kişiden biri hiç arkadaşının olmadığını söyledi. Pandemi dönemindeki yaygın kapanma, zaten var olan yalıtılmışlık duygusunu daha da beter hale getirdi. İnsanlar kolektif yalnızlığımız konusunda interneti suçlamaya çalıştı; ama aslında bu, çalışma hayatlarımızdaki değişimle ve insanlara çalışmanın ötesinde ortak gayelerinin olduğu duygusu veren sendikaların ve diğer örgütlerin etkisinin azalmasıyla geldi. Indianapolis’teki Rexnord imalat tesisindeki sendika eylemcilerine, 2017’de tesis kapatıldığında en çok neyin yokluğunu hissettiklerini sorduğumda, hepsi arkadaşlarından ve sendikadan bahsettiler. İşin kendisinden değil.
İş, sevgimize karşılık vermez. Ama insanlar verir.
Siyasal ve ekolojik krizlerin eş zamanlı oluşu, üstesinden gelinemez bir şey gibi görünebilir; ama aynı zamanda bizim için bir şey yaptılar: Kendimizi başka bir dünyada tahayyül etme ihtimali yarattılar. Daha önce dünyanın sonunu hayal etmek, kapitalizmin sonunu hayal etmekten daha zordu belki. Şimdi ise ikisi birden görünür olmaya başladı ve artık yeni bir şey düşünmeye başlamak zorundayız.
Harvard Çevre Merkezi’den Alyssa Battistoni’nin yazdığı gibi, “çevreciliğin eski mücadele konularından, tüketimden ve çalışmadan” kurtulmadan yola devam edemeyiz ve çalışma kültürümüzün kendisi sorunu büyütüyor. Çalışma saatlerinin ciddi şekilde azaltılması yalnızca arzulanan bir şey değil (çünkü iş, giderek daha sefil hale geliyor), aynı zamanda bir ihtiyaç.
Arzularımızı bitmez tükenmez çalışmayla elde ettiğimiz gelirle satın alabileceğimiz nesnelere yöneltmek yerine yeniden birbirimize çevirsek ne olur? Başkalarıyla zaman geçirmek, tüm ekonomik sistemi sekteye uğratma potansiyeline sahiptir. İş başında ve dışında örgütlenme süreci, en nihayetinde bir bağ kurma sürecidir. İlk tereddütlü “merhaba” ve mola odasındaki sohbet, aramızda yapay olarak yaratılan boşlukları kapatır ve birlikte sahip olabileceğimiz gücü gösterir. Bir sendika ancak ona mensup işçiler inançla ve dayanışmayla davranır, birbirlerini kollarsa anlamlıdır.
İş yerlerimizde küçük iyileştirmelere, iş kanunlarının büyük ölçüde elden geçirilmesine çok ihtiyacımız olsa da bize bunlardan daha fazlası lazım. Anlamlı bağlar kurabileceğimiz o alana sahip çıkabilmemiz için bize bir zaman politikası lazım. Hayatlarımızın bizim olduğuna, onunla ne istersek yapabileceğimize ilişkin politik bir anlayışa ihtiyacımız var.
Toplumun her zaman bizden talepleri olacak ve belki de başkalarıyla ilişkilerimizi değerli kılmak üzere kuracağımız dünyada bu talepler daha da artar. Ancak bu dünya, yükü adil biçimde sırtlandığımız, işleri daha iyi dağıttığımız, istediğimiz gibi geçirmek için daha fazla boş zamanımızın olduğu bir dünya olur. Birbirimize bakmanın nüfusun bir kısmına ya da bir cinsiyete yıkılan bir sorumluluk[i] olmadığı bir dünya, kendimize ayıracak bol zamanımızın olduğu bir dünya.
Geçinebilmek için çalışma zorunluluğu sürerken daha iyi çalışma koşulları talep etmek gayet yerinde. Ama bu talebin yanı sıra, zamanımızın kontrolünü geri almak için de taleplerde bulunmalıyız. Son on yılın toplumsal hareketlerinin çoğunda bir ortaklık, başkalarıyla karşılaşabileceğimiz bir kamusal alanı geri alma çabası var: İspanya ve Yunanistan’ın işgal edilmiş meydanları, Occupy Wall Street, aylar süren kapanmadan sonra “Siyah Yaşamlar Değerlidir!” diye haykırarak kamusal alanı coşkun bir şekilde ele geçiren 2020 protestoları.
Evet, bu alanlar tartışma ve eylem alanlarıydı; ama aynı zamanda bakım alanlarıydı da. Occupy’daki “yemek” ve “rahatlık” komiteleri, yalnızca temel ihtiyaçların karşılanmasını değil, aynı zamanda insanların alanda kendilerini iyi hissetmelerini de sağladı. Şarkı söylemek, dans etmek, kitap ödünç almak için bir kütüphane vardı. Barbara Ehrenreich, Sokaklarda Dans: Bir Kolektif Eğlence Tarihi[1] isimli kitabında, “medya sık sık bu protestoların karnaval ruhuyla dalga geçiyor, sanki ciddi politik hedeften keyfi bir sapmaymış gibi” yazmıştı, “Ancak tecrübeli örgütleyiciler, sevinç ve hazzın devrim sonrasına ertelenemeyeceğini bilirler.”
2012’den sonra ABD’de yükselen öğretmen grevleri, yeni bağ kurma alanları yarattı. Los Angeles ve Chicago’daki grev hatlarında, dans rutinleri ve yeni şarkılar vardı. Grevin kendisi, zamanı çalışmadan geri almanın ve tabii ki işleri durdurarak işçilerin önemini göstermenin bir aracı; ama aynı zamanda insanın kendi zamanına ve yarattıklarına sahip çıkması anlamına da geliyor. Grevin tam ortasında, kısacık bir an için ütopya görünür hale gelir. Ve Rosa Luxemburg’un dediği gibi, kitlesel bir grev dünyayı altüst edebilir.
Belki bu anlar ve alanlar sistemi baştan aşağı değiştirmek için yetersizdir. Evet, aşkın tek başına değişim getireceğini düşünmek idealizmdir. Ama aşkı işten özgürleştirmek, dünyayı yeniden yaratma mücadelesinin anahtarıdır. Ve insanlar kapitalist çalışma örüntülerinin talepleri olmaksızın birbirlerini sevmenin ne demek olduğunu anlamak için alanlarına sahip çıkmaya başladı bile. Silvia Federici’ye göre aşk, bizi kendimizin ötesine götüren bir güçtür: “Büyük bir bireysellik karşıtlığıdır, harika bir ortaklaşmacılıktır.” Kapitalizm bizi birbirimizden ayırmak için cinselliğimizi, bedenlerimizi denetlemek zorundadır. Yapabildiği en büyük numara da bizi işin en büyük aşkımız olduğuna ikna etmektir.
Yazan: Sarah Jaffe[ii]
Çeviren: Aksu Bora
Editör: İrem Az
Orijinali: https://inthesetimes.com/article/alienated-labor-capitalism-jobs-work
[1] Barbara Ehrenreich (2009) Sokaklarda Dans: Kolektif Eğlencenin Bir Tarihi. Çev. Nil Erdoğan, Ekin Savran. İstanbul: Versus Kitap.
[i] Bakım emeğinin cinsiyetten arındırılmasına dair daha fazla okumak için: The Care Collective [Bakım Kolektifi]. 2022 [İngilizce orijinali 2021’de Roar Mag’de yayımlanmıştır]. “Bakımın Cinsiyetten Arındırılması: Bakım Krizine Esas Çözüm.” umutsen.org, 23 Şubat. URL: http://umutsen.org/index.php/bakimin-cinsiyetten-arindirilmasi-bakim-krizine-esas-cozum-the-care-collective/.
[ii] Type Media Center üyesi ve Dissent dergisinin Belabored adlı podcast’inin yapımcılarından biri olan Sarah Jaffe, The New Republic ve New Labor Forum gibi platformlarda köşe yazıları yazmaktadır. Aynı zamanda, The New York Times, The Nation, the Guardian, the Washington Post ve the Atlantic gibi yayınlarda yazıları yer almıştır. Daha önce In These Times’da kadrolu yazar olarak, AlterNet’te ise Emek bölümünün editörü olarak çalışmıştır. Necessary Trouble: Americans in Revolt [Gerekli Bela: Başkaldıran Amerikalılar] adlı bir kitabı vardır.