Bu metin ileride üzerinde daha detaylı olarak duracağımız, yoğunlaşacağımız bir olgunun başlangıç tartışmasını oluşturma amacıyla yazılmıştır. Metni teorik bir kurgu ve tartışma zemini olarak ortaya koyuyor, geliştirilmeye açık bir alan olarak öngörüyoruz. Amaç ise küresel bir gerçeklik olarak yoksulluğun ve özelde Türkiye’deki yoksulluğun kodlarını tartışmak, olgunun kendisinin içinde barındırdığı gerçeklerin politik imkanlara ve belirli bir teori-pratik birliğine vesile olmasıdır.1
Öncelikle belirtmek isteriz ki; yoksulların isyan edip etmeyeceği, onlarda bulunan özsel bir eğilim nedeniyle veya belirli politik-ekonomik koşulların oluşması sonucunda gerçekleşen bir olay olarak düşünülemez. Eğer tarih sınıf savaşımlarının tarihi ise bu tarih bize gösteriyor ki yoksullar nelere rağmen, ne büyük bedelleri göze alarak isyan etmişlerdir tahmin bile edemeyiz. Ve yine yoksulların ne büyük zorluklara rağmen isyan etmeyi tercih etmeyip, egemenlerin düzenini bilinçli bir biçimde yeniden tesis ettikleri kendi pozisyonumuzdan baktığımızda anlaşılması güç bir şey olacaktır. Elbette belirli egemenlik biçimleri, hegemonya inşaları hem yoksulların (bir nesil olarak) hem yoksulluğun yeniden üretiminde oynadıkları rolü anlamamıza olanak sağlar ama yine de, belirli birkaç örnek dışında bir bütün olarak egemenlerin yoksulları nasıl hareketsiz bıraktığını etraflıca tartışmak çok detaylı ve yazının asıl niyetini aşan nitelikte olacaktır. Bununla birlikte, yoksulları hareketsiz bırakma mekanizmalarının kendisi bir süreden sonra başka bir tarihin üretilmesine de vesile olabilir.
Mesela ahlak; ahlâkın yoksullar için ele alındığında onun felsefi yanından koptuğunu görmek gereklidir. Zira ahlâk egemenler tarafından yığınlara dayatılan bir şeydir. Burjuvazinin işi gerçekten hiç de öyle kolay değildir. Fabrikanın, şirketin, iş yerlerinin ahlâki donanımı ekonomik donanım gibi kesin ilkelerle örgütlenmelidir.2 Burjuvazi için üretimin ucuzluğu ve emeğin üretkenliği kadar üretimin disiplini de önemlidir. Bu bileşimi kolayca sağlamak için 1970’lerde Batı Avrupa’daki sanayi kendisini 3. Dünya ülkelerine taşıdı. Evet, Marx’ın Kapital’de ustaca öğrettiği gibi parça başına ücret yöntemi ücretleri düşürür, emeğin üretkenliğini arttırır ve işçiler arasındaki rekabeti yoğunlaştırarak birbirlerine düşmanlaştırır; ama bu, burjuvazinin belirli bir alanda belirli bir ahlâkı yaygınlaştırması ve o alandaki hakim güç haline getirme konusundaki yeteneğinden (burjuvazi bunu elde etmek zorundadır) de kaynaklanır. Dolayısıyla ekonomik ilişkilerin sessiz bir zorlaması olduğu sonucuna ulaşırız. Yoksullar her gün, yarınlarını bu zorlama üzerinden kurmaktadırlar ve onların bilinçleri buna göre şekillenmektedir. Özellikle günümüzde –neo-liberalizmin hükmetme mantığıyla ilgili olarak– artık yaptığımız işten keyif alma buyruğu vardır, sömürü düzeninden keyif almaya zorlanırız. Sömürü artık dışarıdan gelen bir şey değil, kendi kendimize benimsediğimiz bir içsel ahlâk halini alır.3 Bir burjuvanın ya da girişimcinin ilk yola çıkarken kurduğu hayal, tüm toplumu devindiren bir güce dönüşür; gelecekte kâr elde etmek için keyiften feragat ediyorum ve bu çileli, katlanılması zor yaşamı sürdürüyorum. Gerçi bu bireyin ve toplumun isyan anlarını bastırabilen bir eğilim değildir. İsyan anı tüm bunların geçersiz kaldığı yani yoksullar tarafından geçersiz kılındığı bir andır. Yani yoksulların tüm olan bitene istediği zaman isyan etme fırsatı da vardır ancak bunun ne zaman ve ne şekilde olacağı, yoksulların neyi kabul edilemez bulacağı belirsizdir. Ulus Baker’in ifade ettiği gibi egemenler yoksulların düşüncelerini bütün perspektifleriyle homojenleştiriyor ve aynılaştırıyorsa4 belirli bir anda belirli bir isyanın doğuşuna neden olacak bir yönü de vardır bunun. Egemenliğin işleyişini kolaylaştıran bu olumsuz öğe aynı zamanda çarkı kırmaya da aracılık edebilir. Bu bir potansiyeldir ve söz konusu yoksullarsa potansiyelin temelini bu ikili çelişkinin oluşturduğunu görmek gerekir.
Toplumun ahlâkının şekillendirilmesi yanlış bilincin oluşmasını ön varsayıyor gibidir. Mesela, Raymond Williams’ın yazdığı gibi sade, kendi hâlindeki yoksullara bir hayranlık duyulur ve bu yeni bir şey de değildir. Bu özelliğe bizzat yoksullar arasında pek rastlanmaz.5 Ama bu yoksulların kendileri gibi kalmak istemesine neden olabilir. Öyle ki yoksullar kimi anlarda ‘sade’ yaşamlarını ve yoksulluklarını sevinçle karşılamaya ve tarif etmeye bile eğilim gösterir. Kapitalist toplum, bir şekilde Raymond Williams’ın öne sürdüğü üzere sınıfsız olarak tanımlanabilecek bir kültür yaratır.6
Neo-liberal sermaye birikim modeli, bir hegemonyanın temel bileşenleri olan rıza ve zoru, kendisi adına en mutlak sınırlarına ulaştırıyor. Öyle ki bugün borçlu doğuyor, borçlu okuyor ve ölürken ardımızdakilere borç bırakma ihtimaliyle ölüyoruz. Kapitalist tarihin neresine gidersek gidelim, o, tüm tarihini bir şeyleri doğallaştırma becerisine borçludur. Bugün yoksulların karşısında borçluluğun doğallaştırıldığı bir yaşam duruyor. Birçok şeyde olduğu gibi bunun da farkındalar. Öyleyse niye isyan etmiyorlar, diye sorabilirsiniz. Zira özneyi borçlu kılmanın mantığı tam da burada belirir. Borç başarısızlıkla ortak ilerliyor, başarısızlık utanca neden oluyor. Yoksulların bireysel utancını giderebileceği yer olarak düzenin işaret ettiği tek şey, bir an önce verimli bir şekilde çalışmaya geçmektir. Böylece kişinin kendi sınırlarını aşması ve kendisine yönelik utanç duyduğu soyut ya da somut baskıyı ortadan kaldırmasının tek aracı düzenin yeniden üretimine katılmakla sınırlanmış oluyor. Ek olarak sömürü burjuva çalışma ideolojisiyle işlemektedir. Bu kapitalistlerin kendi sınıf mücadelelerinin ideolojisidir7 ve egemenliklerini inşa ettikleri tarihle birlikte yoksullara dayatılan bir şeye dönüşür. Tüm bunlar yoksulların isyanının önündeki engeller olurken yoksulların isyan anı tüm bu kuşatmanın içinden çıkıp da gelmektedir.
Yoksullar, üzerlerindeki tüm ekonomik zor ve baskıya rağmen kendi yaşamlarını yeniden üretme konusunda bir ustalığa sahiptir. Biz tam neden isyan etmiyorlar, veya artık daha fazla dayanamazlar, isyan edecekler söylemlerinde bulunurken onlar çoktan kabul etmiş, şükretmiş, çileyi göze almış bulunuyorlar. David Graeber’in de ifade ettiği gibi, “En yüksek burjuva değerinin tutumluluk, en yüksek işçi sınıfı değerinin de dayanışma olması boşa değil.”8 Yoksullar yalnızca yaşamlarını idame ettirmek için yeni araçlar yaratma veya dayanışma konusunda usta değiller, yine burjuvazinin tersine, onlar kendilerini mutlu kılma bakımından da ustalardır. Fakat yoksullar kendi değerlerine ve yoksulluk alametlerine erdem atfetme konusunda da ustalardır. Yine de yaşadıkları toplumda kendi değerlerinin üst tabakaların değerlerinden daha az önemli olduğunun da bilincindedirler. Zaten söz konusu isyansa sorun bunu bilmemeleri değil, buna rağmen niye ayaklanmadıklarıdır. Daha önce bahsettiğimiz gibi kendi halinde sürdürdüğü yaşamın dışına çıkmak istemeyen yoksulların isyanlarının bir aracı da kendi değerlerinin, kendi insani değerlerinin kaybıdır. Yoksullar kendi insani değerlerinin kaybını mutlaka sezerler. Ve yoksullar dünya üzerinde bir nesil olduklarının ve yeniden üretildiklerinin bilgisine sezgisel olarak sahiptir. Babasının da kendisiyle aynı işi yaptığını bilir, iş kazasının neden hep kendisinden olan insanların başına geldiğini bilir, patronların topluca ölmediğini bilir. Bir şeyler neden hep bizim başımıza geliyor cümlesindeki “biz” sezgisel olarak onlarda bulunur. Dünyayı yakacak olan gariplerin garibidir onlar.
Tüm bunlarla birlikte, tarihsel örnekler gösteriyor ki yoksullar yalnızca ekonomik bunalım dönemlerinde isyan etmiyor yahut ekonomik zor tek başına isyanlar için yeterli bir zemin teşkil etmiyor. Örneğin “Grevlerin yasak olduğu ve genellikle bastırıldığı 18.yy Fransa’sında anlaşmazlıkların greve dönüşme ihtimali bolluk ve fiyat istikrarının sürdüğü dönemlerde, yiyeceğin az olduğu, fiyatların yükseldiği dönemlere göre daha fazlaydı.”9 Bu açıdan yoksulluk toplumda hoşnutsuzluk yaratır ama kendiliğinden bir isyan nedeni değildir. Kitleler yoksullaştıkça değil, siyasi bilinç düzeyine bağlı olarak isyan ederler.
Yoksulların tepkisi yönetenlere karşı bir eylem olarak her zaman siyasi nitelik taşır. Bu nitelik sebebiyle devlet güçleri ile yoksullar arasında karşılaşmalar ortaya çıkar. Mesela, işten atılan arkadaşlarının işe geri alınması talebiyle patrona karşı itiraz ederek fabrikayı işgal eden Farplas işçileri polis zoruyla karşılaşır ve gözaltına alınır. Bu tip karşılaşmalar siyasi bilincin gelişmesi açısından eşsiz imkanlar sunar, zira ekonomi-dışı zor, açıkça, ekonomik zorun devamı için gereklidir.10 Ancak Türkiye’de olduğu gibi günlük itirazlarla (yoksullaşma, zamlar ya da faturalara karşı olduğu gibi bir kadın cinayeti ya da iş cinayetinde de) iktidar arasında bağ kurma hızının bu denli yüksek olduğu, adeta bu ilişkinin doğallaştığı durumlarda bizim görevimiz bu ilişkiyi tekrar ve tekrar göstermekten ibaret değildir.
Yoksulların itiraz ederken kimle birlikte olacağı, kimin söylediklerini önemseyeceği, kimden destek alacağı bir güç sorunudur. Bu güç; mümkün ve ulaşılabilir ilişkiler dahilinde, sınanmış, güvenilir olmakla kurulur. İtiraz anlarında eğer yoksulların örgütleri güçlü değilse düzenin liberal, reformist, faşist vb. güçleri bu görevi üstlenir. İtiraz edenlerin taleplerini çarpıtarak, onlara yeni engeller geliştirerek, birlikteliklerini zayıflatarak, öne çıkmalarını engelleyerek ya da onların yerine geçip seslerini sansürleyerek sürece müdahale eder. İtirazların isyanlara dönüşmesinin engellenmesi, kendiliğinden hareketlerin soğurulması ya da yenilgiye uğratılması için devlet güçleriyle beraber işlev görür. Bizim görevimiz, bunun tam tersini yapmaktır ve ancak gücü olanın etkisi olabilir.
1- “Komünistler, demek ki, bir yandan, pratik olarak, bütün ülkelerin işçi sınıfı partilerinin en ileri ve en kararlı kesimi, bütün ötekileri ileri iten kesimidirler; öte yandan ise, teorik olarak, proletaryanın büyük yığını üzerinde, hareket hattını, koşulları, ve proleter hareketin nihai genel sonuçlarını açıkca anlama üstünlüğüne sahiptirler. Başka türlü ifade edersek, onlar, proletaryanın sınıf bilincinin gözle görülür cisimleşmesidir. Ve onların örgütlenme sorunu, proletaryanın bunu, kendi sınıf bilincini gerçekte nasıl kazanacağının ve onu tamamen kendisine nasıl mal edeceğinin önceden kestirilmesine göre belirlenir.” -Georg Lukács, Lenin’in Düşüncesi Devrimin Güncelliği, s. 28. Belge Yayınları.
2- Folker Fröbel, Jürgen Heinrichs, Otto Kreye, Uluslararası Yeni İşbölümü ve Serbest Bölgeler, çev. Yılmaz Öner (İstanbul: Belge Yayınları, 1982).
3- Keyif, Emek, Sömürü: Libidinal Ekonominin Eleştirisi, E-Skop - https://www.e-skop.com/skopbulten/keyif-emek-somuru-libidinal-ekonominin-elestirisi/5514
4- Ulus Baker, Medyaya Nasıl Direnilir, Birikim Sayı 68-69 - Aralık/Ocak 1995 https://birikimdergisi.com/dergiler/birikim/1/sayi-68-69-aralik-ocak-1995/2268/medyaya-nasil-direnilir/4590
5- Raymond Williams’ın Kültür ve Toplum kitabının “Sonuç” kısmından seçilmiş pasajlar, çev. Uygur Kocabaşoğlu (İletişim Yayınları sanat-hayat dizisi, 2017) s. 476-481. https://www.e-skop.com/skopbulten/isci-sinifi-kulturu/3630
6- https://www.e-skop.com/skopbulten/isci-sinifi-kulturu/3630
7- Louis Althusser, Yeniden Üretim Üzerine, çev. A. Işık Ergüden, (İstanbul: İthaki Yayınları, 2005) s. 72.
8- David Graeber, İşçi sınıfının laneti: Fazla alakadar olmak, -Vesaire.org https://vesaire.org/isci-sinifinin-laneti-fazla-alakadar-olmak/
9- George Rude, Fransız Devrimi, çev. Ali İhsan Dalgıç, (İstanbul: İletişim Yayınları, 2015) s. 50.
10- Ellen Meiksins Wood
#Forum, gençlerin yazdığı özgün metinlerin yayınladığı bir kategori. Metinler, yazarların imzasıyla yayınlanıyor. Yayın kurulumuz metinleri yayınlamaya karar verirken, yazıda ifade edilen görüşlerini tamamına katılıp katılmamak açısından değil ilkelerimize aykırı bir unsur teşkil etmemesi ve tartışılmaya değer olması açısından bir değerlendirme yapıyor. Bu bölümü kamusal tartışmaya gençlerin daha etkin biçimde katılması açısından önemli görüyoruz ve yayınlanma niteliklerini taşıdığı sürece aynı konuya dair farklı açılardan ele alınmış metinlere de yer vermek istiyoruz. Bu açıdan polemiklere ve yetkin tartışmalara da kaynaklık etmesini umuyoruz.