Chuang Dergisi’nde yayınlanan ve Covid-19 salgınının nedenlerini ekonomi-politik açıdan ele alan makaleyi Çeviri Komitesi Türkçe’ye çevirdi.
Fırın
Wuhan kasvetli, sıcak ve nemli yazlarından ötürü halk arasında Çin’in “dört fırınından” bir tanesi olarak bilinir. Bu ününü çok eski zamanlardan beri, Yangtze Nehri Vadisi boyunca uzanan Çongçing, Nankin ve Nanchang ya da Çangşa şehirleriyle paylaşır. Ancak bu dördünün içinde Wuhan kelimenin tam anlamıyla bir fırındır: çelik, çimento ve Çin’in inşaat endüstrisinin çekirdeğini oluşturan bu devasa şehirde aynı zamanda devlete ait demir-çelik dökümhaneleri vardır ve durmadan artan üretim kapasitesi tartışma konusudur. Son beş yılda büyük grev ve protestolara yol açan bu sorunlar yüzünden küçülmeye gidilmesi ve işletmelerin özelleştirilmesi tartışılmaktadır. Şehrin Çin’in inşaat başkenti olması, aslında küresel ekonomik kriz sonrası dönemde önemli bir rol oynadığı anlamına gelir. Bu yıllarda yatırım fonları altyapı ve gayrimenkul projelerine aktarılarak Çin’in büyümesi sağlanmıştır. Wuhan, bu büyümeye yalnızca ürettiği inşaat malzemeleri ve yetiştirdiği inşaat mühendisleriyle değil, aynı zamanda emlak sektöründe yaşadığı patlamayla da destek olmuştur. Hesaplamalarımıza göre 2018-2019 arası Wuhan’daki inşaata ayrılan arsaların toplam alanı, Hong Kong adası kadardır.
Ama kriz sonrası Çin ekonomisini harekete geçiren bu fırın, şimdi tıpkı demir-çelik dökümhanelerindekiler gibi, yavaş yavaş soğuyor. Artık bu yalnızca ekonomiyle ilgili bir metafor değil, bir zamanlar kalabalık olan sokaklar bir aydan uzun süredir devlet kararıyla boşalmış durumda. Çin Komünist Partisi’nin propaganda bölümünce çıkartılan Guang Ming Daily Gazetesi bunu şu başlıkla duyuruyor: “Yapabileceğiniz en büyük katkı: bir araya gelmeyin, kaosa neden olmayın.”
Bugün, Wuhan’ın geniş caddeleri ile çelik ve camdan yapılmış ışıltılı binaları soğuk ve bomboş. Kış giderek etkisini yitirir ve Yeni Ay Yılı başlarken şehrin geniş kapsamlı karantina altına alınması, bu sessizliğin nedenini oluşturuyor. Yeni koronavirüs (güncel olarak “SARS-CoV-2” şeklinde yeniden adlandırılan virüs ve hastalığı “COVID-19”) salgınının iki binden fazla insanı öldürmesi– önceki kuşak olan SARS 2003 salgınından daha fazla- karşısında Çin’deki herkese kendilerini tecrit etmeleri şiddetle öneriliyor. Tüm ülke SARS salgını sırasında olduğu gibi şimdi de tecrit altında. Okullar kapalı ve tüm ülke genelinde insanlar eve hapsolmuş durumdalar. 25 Ocak’ta başlayan Yeni Ay Yılı için neredeyse tüm ekonomik faaliyetler zaten tatile girmişti ama salgının yayılmasını engellemek için bu bir ay uzatıldı. Çin fırınları sönmüş ya da en azından közler küllenmeye başlamış görünüyor. Ancak, bu büyük nüfusa koronavirüs bulaşması nedeniyle insanların yükselen ateşi yüzünden şehir başka türlü bir biçimde fırın gibi yanıyor da olabilir.
Özellikle Tayvan ve Hong Kong kaynaklı Facebook hesaplarından, salgının Wuhan Virüs Bilim Enstitüsü’nden bir virüs suşunun (suş: mikrobiyolojik varlıkların henüz olgunlaşmamış kök, başlangıç, ilk hali. Çn.) komplo ve / veya kaza sonucu yayıldığına ilişkin gerçeklerle bağdaşmayan ve paranoyakça yapılan suçlamalar, şimdi Batılı muhafazakâr ve askeri çevreler tarafından da destekleniyor. Virüs salgını, sebze ve meyvenin yanı sıra nadir bulunan vahşi hayvanların, yarasa ve yılanların da satıldığı yarı-yasal konumdaki ‘ıslak pazar’ olarak bilinen yerlerle ilişkilendirildiği için, Çin halkı “kirli” veya “garip” yiyecek tüketme eğilimi nedeniyle suçlanıyor. (Her ne kadar bunun bir kanıtı olmasa da.) Bir dizi makalede farklı gerçeklere işaret edilse de, Çin’e karşı düşmanca ve oryantalist bir dil kullanılan birçok haberde, kaza ya da komplo içerikli bu iki tema ele alınıyor. Ancak buna karşı yazılanlarda bile medyada yaşanan bu çılgınca tutumun ardındaki gerçekleri ortaya çıkarmaktan çok, virüsün kültürel olarak nasıl algılandığına odaklanılıyor.
Bu tutumun biraz daha karışık bir çeşidi ise, en azından ekonomik sonuçlarını anlıyor olsa bile, retorik bir etki yaratmak için olayın politik potansiyelini abartarak öne çıkartıyor. Burada vatan kurtaran kahraman rolü oynayanlardan liberalce mızmızlananlara kadar uzanan politikacılardan oluşan, her zamanki olağan şüphelileri buluyoruz. National Review’dan New York Times’a kadar, her ne kadar havada bir isyan kokusu olmasa da, salgının ÇKP’ye karşı bir “meşruiyet tartışması” başlatabileceğini yazıyorlar. Ancak bu varsayımların asıl özünü, karantinanın ekonomik boyutlarını kavrayabilmeleri oluşturuyor. Hisse senedi portföyleri kafataslarından daha kalın olan gazetecilerin bu yetenekleri, kolayca kaybedecekleri bir şey değildir. Çünkü gerçek şu ki, hükümet tecrit çağrıları yapsa bile, insanlar bir süre sonra üretime geri çağrılarak çalışmaya zorlanabilirler. Son tahminlere göre, salgın Çin’in gayri safi yurtiçi hasılasını otuz yılın en düşük seviyesine çekerek, ekonomik büyüme hızının yüzde 5’e düşmesine neden olacak. –bu, geçen yıl yüzde 6 olan zayıf büyüme oranının da altında- Bazı analistler, yılın birinci çeyreğinde büyümenin yüzde 4 veya daha aşağı düşebileceğini ve bunun bir tür küresel durgunluğu tetikleyebileceğini söylüyor. Daha önce akla bile getirilmeyeni soralım: Çin fırını soğumaya başladığında küresel ekonomiye ne olur?
Çin’in kendi içinde, gelişmelerin ne yönde ilerleyeceğini tahmin etmek zor olsa da az rastlanır bir durum ortaya çıktı ve toplumun kolektif bir biçimde sorgulanıp ve öğrenilmesi süreci başladı. Salgın doğrudan, (en ılımlı tahminle) yaklaşık 80.000 kişiyi enfekte etti ama günlük yaşamı kapitalizm koşulları altında geçen 1,4 milyarlık nüfusun bir şok dalgası etkisiyle istikrarsız koşullar içinde sıkışıp kalmasına yol açtı. Bu ürkütücü durum herkesin aynı anda birçok sorular sormasına neden oldu: Bana ne olacak? Çocuklarım, ailem ve arkadaşlarım? Yeterli yiyeceğimiz var mı? Ödeme alacak mıyım? Kira ödeyecek miyim? Bütün bunlardan kim sorumlu? Garip bir biçimde, bu öznel deneyim adeta bir genel greve benzetilebilir. Ama kendiliğinden değil, yukarıdan aşağı ve özellikle kimse istemediği halde gidilen bir grev gibi. Tecrit nedeniyle toplumun atomlarına kadar ayrışması, tıpkı geçen yüzyılın gerçek genel grevleri kadar net bir biçimde, boğuştuğu sorunları aşamayan politikalarımızı yüzümüze vurarak, yaşadığımız çelişkileri sergiliyor. O halde karantina, ortak geleceğin ruhunun ve ekonomisinin her ikisine birden, bu toplumsal şoku derin bir biçimde kazımış bir grev gibidir. Sadece bu gerçek bile onu düşünmeye değer kılar.
Tabii ki, ÇKP’nin artan prestij kaybıyla ilgili oluşturulan tahmin edilebilir ve saçma spekülasyonlar, New Yorker ve The Economist’in vazgeçilmez küçük oyunlarından biridir. Bu arada her zamanki medyayı susturma uygulamaları devam ediyor ve oryantalizmle ideolojik bakış açılarının kısır döngüsüne karşı mücadele eden bir web sitesine karşı ırkçı kitle iletişim araçları yoğun bir polemik sürdürmeye çalışıyor. Ancak bu tartışmanın neredeyse tamamı, bu tür hastalıkların ilk etapta nasıl üretildiğine dair sorulara girmeden, betimleme seviyesinde kalıyor ya da en iyi ihtimalle çevreleme politikası ve salgının ekonomik sonuçlarından bahsedecek seviyede kalıyor. Fakat bu yeterli değildir. Şimdi, zaman aslında koronavirüsün başından sonuna kadar kapitalizmin kendisi olduğunu ortaya çıkarmak için maskeyi kötü adamın yüzünden çekmek amacıyla oynanacak bir “sevimli Marksist” oyunu zamanı değildir! Bunu böyle algılamak rejim değişikliği için havayı koklayan yabancı eleştirmenlerden daha kurnazca olmayacaktı. Elbette kapitalizm suçludur ama sosyal-ekonomik alan biyolojiyle tam olarak nasıl etkileşime girer ve tüm deneyimden ne kadar derin dersler çıkarılabilir?
Bu anlamda salgın, düşünmek için iki fırsat sunmaktadır: Birincisi, kapitalist üretimin insansız dünyayla nasıl daha temel bir seviyede ilişki kurduğuna dair önemli soruları gözden geçirebileceğimiz öğretici bir açılımdır. Kısaca “doğal dünya” mikrobiyolojik alt katmanı da dahil olmak üzere, toplumun üretimi nasıl organize ettiğine bakılmaksızın anlaşılamaz (çünkü ikisi aslında ayrı değildir). Aynı zamanda komünizm adına değer katacak şeylerden biri de, doğadan yana olmanın tümüyle politik bir niteliğe bürünmesinin taşıdığı potansiyelin hatırlanmasıdır. İkincisi, Çin toplumunun bugünkü tecrit anını, kendi durumumuz hakkında düşünmek için de kullanabiliriz. Bazı şeyler ancak her şey beklenmedik biçimde yavaşladığında netleşir ve daha önce gizlenmiş çelişkiler görünür hale gelir.
Aşağıda her iki soruyu da araştıracağız. Sadece kapitalist birikimin bu tür salgınları nasıl ürettiğini değil, aynı zamanda pandemi anının kendisinin nasıl çelişkili bir siyasi kriz örneği olduğunu ve bunu çevreleyen dünya kontrol sistemlerini günlük yaşamı daha fazla kapsayacak biçimde kullanmak için mazeretler sunarken bunun, insanların görünmeyen potansiyellerini ve bağımlılıklarını nasıl görünür kıldığını ortaya koyacağız.
Salgın Hastalıkların Üretimi
Mevcut salgına (SARS-CoV-2) neden olan virüs, selefi SARS-CoV 2003 gibi, ondan önceki kuş gribi ve domuz gribi gibi, ekonomi ve epidemiyolojinin bağlantı noktasında ortaya çıktı. Bu virüslerin çoğunun hayvanların isimlerini alması tesadüf değildir: Yeni hastalıkların insan popülasyonuna yayılması hemen hemen her zaman bu tür enfeksiyonların insanlara hayvanlardan atladığını söylemenin teknik ismi olan “zoonotik transfer” denilen şeyin ürünüdür. Bir türden diğerine yapılan bu sıçrama, hastalığın gelişmeye zorlandığı ortamı oluşturan yakınlık ve temasın düzenliliği gibi etkenlerle koşullandırılır. İnsanlar ve hayvanlar arasındaki bu ortak zemindeki değişim, bu tür hastalıkların evrimleştiği koşulları da değiştirir. Dört fırının altında, dünyanın endüstriyel merkezlerini çevreleyen daha temel bir fırın yatıyor: kapitalist tarım ve kentleşmenin evrimsel düdüklü tenceresi. Bu daha yıkıcı salgınların doğup zoonotik sıçramalarla dönüşerek daha saldırgan bir hastalık olarak insan nüfusuna yönelmesi için ideal bir ortam yaratıyor. Bu sürece, ekonomik büyümenin tarımsal ekonomiyi yerel ekosistemleri yok edici biçimde geliştirmesi sırasında rastladığı “vahşi” türler ekleniyor. Koronavirüsün en son örneğinin “vahşi” bir kaynaktan çıkıp sanayisi ve kentleşmesiyle küresel ekonominin merkezlerinden bir yerden yayılması, yeni bir salgın hastalıklar döneminin ekonomik ve politik olmak üzere her iki boyutunu da içerir.
Buradaki temel fikir, Robert G. Wallace gibi solcu biyologlar tarafından kapsamlı bir şekilde geliştirildi. Wallace’ın 2016’da çıkardığı “Big Farms Make Big Flu” (Büyük Çiftlikler Büyük Grip Yaratır) adlı kitap kapitalist tarım ticareti ve SARS’tan Ebola’ya uzanan salgınlar arasındaki nedensellik bağını açıklayan ayrıntılı bilgi veriyor. [i] Bu salgınlar, ilki endüstriyel tarım ekonomisinin ortaya çıkışı çerçevesinde, ikincisi bunun yapıldığı topraklarda olmak üzere iki kategoriye ayrılabilir. Kuş gribi olarak da bilinen H5N1’in yayılmasını takip ederken, üretken bir esastan kaynaklanan salgınlar için coğrafyanın birkaç temel faktörünü özetlemektedir:
Çok yoksul ülkelerin birçoğunda kırsal manzara, gelişigüzel çalışan çiftliklerle gecekondu mahalleleri iç içe geçmiş olarak görünür. Denetlenmeyen ilişkiler, korunmayan araziler, H5N1’in insana özgü özellikleri de içeren genetik çeşitlilik geliştirme olanağını arttırır. H5N1 hızla üç kıtaya yayılırken, aynı zamanda yaygın taşıyıcıların olduğu tavuk çiftlikleri ve hayvan sağlığı istasyonları gibi sosyoekolojik ortamlarla bağlantı kurar. [ii]
Bu yayılma elbette kapitalist ekonomik coğrafyayı oluşturan küresel meta hareketleri ve düzenli işgücü göçlerinden kaynaklanır. Sonuç olarak virüs, bir tür “en üste tırmananın seçilmesi” yarışı gibi, en uygun değişkenlerin bir araya gelip diğerlerinin elenmesiyle, daha kısa sürede daha çok evrim geçirir.
Ancak zaten ana akım medyanın da yaptığı gibi “küreselleşmeyi” hastalığın yayılma nedeni gibi göstermek kolay bir iştir. Burada önemli bir ekleme yapmak gerekirse, bu yayılma sürecinin aynı zamanda virüsü nasıl daha hızlı bir şekilde mutasyona soktuğu not edilmelidir. Yine de asıl sorun bunun öncesindedir: Bu tür hastalıkları daha dirençli hale getiren şey dolaşmasından önce, sermayenin işleyiş mantığıdır. İzole haldeki veya zararsız durumdaki virütik etkileri alır, taşıyıcı türler arasında rekabete girerek bulaşma kapasitesini arttırmasına ve yeni bulaşma yolları geliştirmesine yardımcı olur.
Bu virüsler öldürücülük oranına bağlı olarak öne çıkarlar. Kesin olan, daha öldürücü virüslerin taşıyıcısını çabuk öldüreceği için yeterli zaman bulamaması yüzünden, yayılması üzerinde ters etki yaptığıdır. Soğuk algınlığı, bu ilkenin iyi bir örneğidir, genellikle topluma yayılmasını kolaylaştıran, ölümcül etkisini düşük düzeyde tutmasıdır. Ancak bazı ortamlarda bu mantığın tersi geçerlidir: bir virüsün yakınlarında aynı türden çok sayıda taşıyıcısı var ve özellikle bu taşıyıcıların yaşam döngüleri kısalmışsa, virüsün ölümcül etki kazanması evrim geçirme sürecinde bir avantaj sağlayabilir.
Bu çerçevede kuş gribi örneği dikkat çekicidir. Wallace, “neredeyse tüm nezle alt tiplerinin geleneksel kaynağını oluşturan yabani kuşlar arasında nezle suşlarının yüksek hastalık etkisi göstermediğini” belirtir. [iii] Buna karşılık, bilinen nedenlerden dolayı, evcilleştirilerek endüstriyel çiftliklerde bir araya getirilenlerle bu salgınlar arasında açık bir ilişki olduğu görünür.
Mono kültürel evcil hayvan yetiştiriciliğindeki genetik gelişmeler, bulaşmayı yavaşlatıcı ve yüksek ateşi önleyici her türlü bağışıklığı ortadan kaldırır. Hayvanların sayı ve yoğunluğu arttıkça, bulaşma olasılığı da artar. Bu tür kalabalık ortamlar bağışıklık direncini düşürür. Herhangi bir endüstriyel üretimin ayrılmaz parçası olan yüksek verim, virüsün öldürücü etkiye ulaşacak biçimde evrimi için sürekli yenilenen bir yakıt kaynağı gibidir. [iv]
Ve elbette, bu özelliklerin her biri endüstriyel rekabet mantığının bir sonucudur. Özellikle, bu çerçevedeki hızlı “iş hacmi” tamamen biyolojik bir boyuta sahiptir: “Endüstriyel hayvanlar uygun büyüklüğe ulaşır ulaşmaz öldürülürler. Herhangi bir hayvana yerleşmiş olan nezle enfeksiyonunun bulaşma eşiğine belli bir hızda ulaşması gerekir […] Daha hızlı üreyen virüsler hayvana zarar verir.” [v] İroni olarak, bu tür salgınları önlemek için belli bir evcil hayvan kitlesini yok etmeler- son zamanlarda dünya domuz arzının yaklaşık dörtte birinin kaybıyla sonuçlanan Afrika domuz ateşi vakalarında olduğu gibi- virüs üzerindeki uygun evrim geçirme baskısını daha da arttırarak istenmeyen bir etkiye yol açar ve aşırı öldürücü virüslerin evrimini teşvik eder. Buna benzer salgınların tarihsel olarak evcil hayvan türleri arasında ortaya çıkışı, genellikle hayvan toplulukları üzerinde baskının artmasına yol açan savaş veya çevresel felaket dönemlerinin ardından olur. Bu hastalıkların yoğunluğu ve öldürücülüğündeki artışta, kapitalist üretimin yayılmasının inkâr edilemez etkisi vardır.
Tarih ve Etiyoloji
Salgın hastalık, kapitalist sanayileşmenin gölgesi ve aynı zamanda habercisi olarak hareket eder. Çok açıktır ki, Kuzey Amerika’ya çiçek hastalığı ve diğer bulaşıcı hastalıkların taşınması bunun basit bir örneğidir. Salgın hastalıklar, kapitalizm öncesinde Avrupa ve Asya’da kentleşmenin yeni başladığı dönemlerde ticaret yoluyla farklı coğrafyalar arasında taşınarak topluluklar arasında yayılmıştır. Öte yandan, kırsal kesimde önce köylüleri arazilerinden temizleyerek ardından mono kültür hayvancılığın geliştirildiği İngiltere’ye bakarsak, açıkça kapitalizmin yol açtığı salgın hastalıkların ilk örneklerini görürüz. İngiltere’de 18. yüzyılda 1709-1720, 1742-1760 ve 1768-1786’yı kapsayan üç farklı salgın olayı meydana gelmiştir. Her birinin nedeni, savaş dönemlerinin ardından, Avrupa’dan kapitalizm öncesi salgın hastalıklardan normal biçimde etkilenmiş ve bağışıklık kazanmış sığırların ithal edilmesiydi. Fakat İngiltere’de bu enfekte olmuş sığırların piyasaya sürülerek topluma dağılışı Avrupa’dakinden farklı biçimde oluyordu. Dolayısıyla, salgınların, virüsün öldürücülüğünü arttırmasına uygun ortamlar sağlayan büyük Londra işletmelerinde çıkması tesadüf değildir.
Salgınların her biri modern tıbbî ve bilimsel buluşların uygulanması sonucu daha seçici, dar ölçekli, erken ayıklama yoluyla -aslında bu tür salgınların bugün nasıl bastırıldığına benzer biçimde – bastırılmıştır. Bu model haline gelen bu durum, açık bir biçimde ekonomik krizin kendi kendine yaptığının bir benzeridir: tüm sistem yoğun çöküşlerle uçurumdan aşağı kaymak üzereyken olağanüstü kitlesel fedakârlıklarla piyasa/toplum ilişkisinin kurtulması ve ardı sıra teknolojik gelişmeler yapılmasındaki gibi, bu durumda da modern tıbbi uygulamalar ve genellikle geç üretilen aşılar her şey olup bittikten sonra gelerek ortalığın temizlenmesine yarar.
Ancak kapitalizmin anavatanına ait bu örnek, kapitalist tarımsal uygulamaların çevre üzerindeki etkilerinin bir açıklaması ile de eşleştirilmelidir. Erken kapitalist İngiltere’de sığır pandemileri yaşanırken, başka yerlerde çok daha yıkıcı sonuçlar görülmüştür. Muhtemelen tarihsel etkiye sahip en önemli örnek, 1890’larda Afrika’da yayılan büyük sığır vebası salgınıdır. O tarihte görülmesi bir rastlantı değildi: Sığır vebası salgını Avrupa’da büyük ölçekli tarımın gelişmesinin ardından yayıldı ve ancak modern bilimin ilerlemesi ile kontrol altına alınabildi. Bu gelişme özetle, Avrupa emperyalizminin yükseldiği 19. yy sonlarında Afrika’nın sömürgeleştirilmesi sırasında yaşandı.
Sığır vebası, Afrika Boynuzunu bir dizi askeri harekat düzenleyerek sömürgeleştirip diğer emperyal güçlerin düzeyine ulaşmaya çalışan İtalyanlar tarafından, Avrupa’dan Doğu Afrika’ya getirildi. Bu harekatlar çoğunlukla başarısızlıkla sonuçlansa da, hastalığın yerli sığır sürüleri arasında yayılmasına ve sonunda Güney Afrika’ya kadar uzanıp, burada sömürgeciliğin ilk dönemlerinden kalma tarımsal ekonominin yok olmasına neden oldu. Kendini “üstün beyaz” olarak tanıtan kötü şöhretli Cecil Rhodes’in mülkündeki sürüyü öldürdü. Bundan daha büyük tarihsel etki olamazdı: tüm sığırların %80-90’ını öldüren veba, Sahra-altı Afrika’sındaki genellikle mera hayvancılığıyla geçinen göçebe çoban toplulukları arasında eşi benzeri görülmemiş bir kıtlığa yol açtı. Sığır nüfusunun azalmasını, savananın dikenli çalılar tarafından istila edilmesi ve ki uyku hastalığı yayan çeçe sineklerinin çoğalması izledi. Kıtlık nedeniyle bölgedeki insan sayısının azalması, Avrupa sömürge güçlerinin kıtaya yayılmasına olanak tanıdı.
Tarımda tekrarlanan bu tür krizler ve salgınlar yüzünden kıyamet gününe benzer koşullar ortaya çıkması, sanayinin kendi sınırlarını aşarak proletaryanın güçlenmesine yol açtı.
Daha yakın örneklere dönmeden önce, koronavirüs salgınının Çin ırkıyla hiçbir ilgisinin olmadığını tekrar belirtmek gerekir. Çin’de bu kadar çok salgının neden ortaya çıktığını gösteren açıklamalar kültürel değil, ekonomik coğrafya sorunudur. Eğer Çin’i, ABD veya Avrupa’nın ikincil derecede önemli küresel dağıtım yapılan ve sanayi istihdamının olduğu yerleriyle karşılaştırırsak bu çok açık olarak görülür. [vi] Ve sonuç, tümü de birbirinin aynıdır. Kırsal kesimdeki hayvanların tek tek ölmeleri, şehirde kötü sağlık koşulları ve yaygın bir kirliliğin hepsi bir araya gelmiştir. Bu durum, çalışan sınıfın yaşadığı alanlarda liberal reformlar için çaba sarfedilişinin ilk dönemlerinde, Upton Sinclair’in “The Jungle” (Şikago Mezbahaları) romanında, et paketleme tesislerinde çalışan göçmen işçilerin çektiği acılar, zengin liberallerin muhtemelen kendi yiyeceklerinin de üretildiği bu tesislerdeki kötü ve sağlıksız çalışma koşulları aktarılarak özetlenmiştir.
Şu “kirlilik” hakkındaki liberal rezaletin örtülü olarak içerdiği ırkçılık, koronavirüs veya SARS salgınları gibi bir şeyin siyasi boyutları ile karşı karşıya kaldığında, çoğu insanın ideolojisini hala otomatik olarak belirlemektedir. Ancak işçilerin kendi çalıştıkları koşullar üzerinde çok az kontrolü vardır. Daha da önemlisi sağlıksız koşullar, gıda kaynaklarının kirliliği yoluyla fabrikadan dışarı sızarken bu yalnızca buzdağının görünen kısmıdır. Bu koşullar, içlerinde çalışan veya civardaki yerleşim yerlerinde yaşayan proleterler için ortam standardıdır ve kapitalizmin birçok salgın çıkartmasına neden olarak toplum sağlığının ortadan kalkmasına yol açar. Örneğin, tarihin en ölümcül salgınlarından biri olan İspanyol Gribi olayını ele alalım. Bu, H1N1 nezlesinin en eski salgınlarından biridir (domuz ve kuş gribinin daha yeni salgınlarıyla ilişkili) ve yüksek ölüm oranı göz önüne alındığında, uzun bir süre diğer nezle çeşitlerinden niteliksel olarak farklı olduğu varsayılmıştır. Bu kısmen doğru gibi görünse de (grip hastalığının bağışıklık sistemiyle aşırı reaksiyona girme kabiliyeti nedeniyle), literatürün ve tarihsel epidemiyoloji araştırmalarının daha sonra gözden geçirilmesiyle, bunun diğer virütik etkilerden daha şiddetli olmayabileceği ortaya çıkmıştır. Buna karşılık, yüksek ölüm oranına yol açmasının nedeni, büyük olasılıkla virüsten etkilenen bölgelerde yaygın yetersiz beslenme, kentlerin aşırı kalabalık oluşu ve genellikle sağlıksız yaşam koşulları olmuştur. Bu da altında gribin yattığı olağanüstü bakteri enfeksiyonlarının gelişmesine neden olmuştur.[vii]
Başka bir deyişle, İspanyol Gribi’nin ölümcül etkisi virüsün karakterindeki öngörülemeyen bir sapma olduğu kadar, buna eşdeğer nitelikte bir etken de ölümlerin kötü toplumsal koşulların bedeli olmasıdır. Bu arada küresel ticaret ve savaş nedeniyle hızla yayılan grip, savaşı atlatan emperyalizmin değişimini izledi.
Ve yine böyle ölümcül bir grip türünün ilk etapta nasıl üretildiğine dair şimdi tanıdık bir hikâye buluyoruz: kesin köken hala biraz bulanık olsa da muhtemelen Kansas’ta evcil domuz veya kümes hayvanlarından kaynaklandığı varsayılıyor. Yer ve zaman dikkat çekiciydi, savaşı takip eden yıllarda giderek daha mekanize, fabrika tarzı üretim yöntemlerinin yaygın olarak uygulanması Amerikan tarımında bir kırılma oluşturdu. Bu eğilim 1920’lerde daha da yoğunlaştı ve hem biçerdöver gibi makinelerin geniş ölçüde kullanılması hem de “toz fırtınası krizi” (1930’larda toz fırtınaları ekolojik felakete yol açtı- çn.) kitlesel göçleri, tekelleşmeyi ve ekolojik felaketi tetikledi. Daha sonra fabrika çiftliklerine damgasını vuracak yoğun çiftlik hayvanı beslenmesine henüz geçilmemişti, ancak Avrupa genelinde hayvanlar arasında salgınların görüldüğü çiftlik hayvancılığı yaygındı. 18. yüzyılın İngiliz sığır vebası salgınları kapitalist hayvancılığın ilk kesin salgını hastalığı olayı ve 1890’ların Afrika’sındaki sığır vebası emperyalizmin epidemiyolojik soykırımlarının en büyüğü ise daha sonra görülen İspanyol gribi de proletaryayı etkileyen ilk kapitalist salgındır.
Yaldızlı Çağ
Çin’deki yaşanan gelişmelerle paralellikler dikkat çekicidir. Çin’in son birkaç on yıldır küresel kapitalist düzen içinde sağladığı gelişimi ve bunun ülkenin genel sağlık sistemi ile halk sağlığı üzerindeki etkilerini dikkate almadan COVID-19 anlaşılamaz. Salgın yeni olsa da, ekonomik krizlerle hemen hemen aynı düzenlilikte ortaya çıkan halk sağlığı krizlerine benzemektedir ve yine aynı düzenli biçimde popüler basın tarafından sanki öngörülemeyen, rastgele ortaya çıkmış ve ender görülen “kara kuğu” gibi ele alınmaktadır.
Gerçek şu ki, bu sağlık krizleri, kapitalizm altında üretimin ve proleter yaşamının doğasında yer alan bir dizi yapısal çelişki sonucu gerçekleşebilir hale gelen kendi kaotik, döngüsel tekrarlama modellerini izliyor. İspanyol Gribi örneğinde olduğu gibi koronavirüs de toplumun temel sağlık hizmetlerindeki bozulmadan dolayı en başından itibaren hız kazanarak yayılabildi. Ancak bu bozulma tam da büyük bir ekonomik gelişimin ortasında gerçekleştiği için, ışıltılı şehirlerin ve devasa fabrikaların ihtişamının ardına gizlenmişti. Gerçek şu ki, Çin’deki kamu harcamalarından sağlık ve eğitim gibi hizmetlere ayrılan pay son derece düşük kalırken, çok daha fazlası tuğla ve harç altyapısına, köprülere, yollara ve üretime ucuz elektrik sağlamaya gidiyor.
Bu arada, iç pazarda tüketilen ürünlerinin kalitesi genellikle tehlikeli ölçüde düşüktür. Çin endüstrisi onlarca yıldır, iPhone’lar ve bilgisayar çipleri gibi dünya pazarı için en yüksek küresel standartlarda yapılan çok kaliteli, çok değerli ihraç malları üretiyor. Ancak iç pazarda sunulan mallar ise sürekli skandallara ve halkta derin bir güvensizliğe neden olacak kadar düşük kalitedeler. Birçok olayda Sinclair’in The Jungle (Şikago Mezbahaları) ve başka bir öykü olan Gilded Age America’da anlatılanların yadsınamaz bir yansıması gibidir. Son zamanlarda hatırlanan en büyük vaka olan 2008 zehirli süt skandalı, bir düzine bebeği öldürdü ve on binlerce kişi hastaneye kaldırıldı (belki de yüz binlerce kişi etkilendi). O zamandan beri, bir dizi skandal halkı düzenli bir şekilde sarstı: 2011’de geri dönüşümle elde edilen yağlar rüşvetle ülke çapındaki restoranlarda kullanıldı ya da 2018’de hatalı aşılarla bazı çocukların ölümüne yol açtı ve bir yıl sonra sahte HPV aşıları yapıldığı için düzinelerce insan hastaneye kaldırıldı. Nispeten ılımlı hikâyeler daha da yaygın ve Çin’de yaşayan herkes tarafından biliniyor: toz sabun karışmış ucuz hazır çorbalar, bilinmeyen nedenlerden ölen domuzları komşu köylere satan girişimciler, sokağın hangi tarafındaki dükkanların sizi hasta etme ihtimalinin daha yüksek olduğuna dair dedikodular.
Ülkenin küresel kapitalist sisteme parça parça dahil edilmesinden önce, bir zamanlar Çin’de temel sağlık hizmetleri, (büyük ölçüde kentlerde) kamu kurumları çatısı altında kentlerde sağlık kliniklerinde ve kırsal kesimde görev yapan çok sayıdaki “yalınayak doktorlar” tarafından ücretsiz olarak veriliyordu. Sosyalist dönem sağlık hizmetlerindeki başarılar, temel eğitim ve okuryazarlık alanındaki azımsanmayacak başarılar gibi, ülkenin en katı eleştirmenlerinin bile kabul edebileceği düzeydeydi.
Ülkeyi tarih boyunca yüzyıllarca rahatsız eden salyangoz ateşi olarak bilinen hastalık, ancak sosyalist sağlık sisteminin devreye girmesinden sonra yok edilmeye başlandı. Bebek ölümleri düştü ve Büyük İleri Atılım’a eşlik eden kıtlığa rağmen, yaşam beklentisi 1950lerden 1980’lerin başına kadar 45’ten 68’e sıçradı. Aşılama ve genel sağlık uygulamaları yaygınlaştı. Beslenme ve halk sağlığı ile temel ilaçlara erişim hakkında herkes ücretsiz olarak bilgi edinebiliyordu. Bu arada, yalınayak doktor sistemi, sınırlı da olsa, temel tıbbi bilgileri nüfusun büyük bir kısmına ulaştırmaya ve ciddi yokluk koşullarına rağmen sağlam, aşağıdan yukarıya bir sağlık sistemi oluşturulmasına yardımcı oluyorlardı. Bugün tüm bunların, Çin’in kişi başına ortalama gelirinin Sahraaltı Afrika ülkelerinden daha az olduğu bir zamanda gerçekleştiğini hatırlamakta fayda var.
Hızlı şehirleşme ve ev eşyaları ile gıda maddelerinin endüstriyel üretiminin düzensiz hale gelişiyle aynı zamanlarda ihmal ve özelleştirmeler sonucu sağlık sisteminin önemli ölçüde bozulmasından beri, temel sağlık hizmetlerinin yaygın hale getirilmesine gıda ve diğer şeylerin düzenli olarak karşılanmasından daha çok ihtiyaç duyuluyor. Dünya Sağlık Örgütü’nün rakamlarına göre, bugün Çin’in sağlık harcamaları kişi başına 323 ABD Doları’dır. Bu rakam diğer “üst-orta gelir” grubundaki ülkeler arasında bile düşüktür ve Brezilya, Belarus ve Bulgaristan tarafından harcananların yaklaşık yarısı kadardır. Yukarıda belirtilen tipte çok sayıda skandala ilişkin düzenlemelere dair bir uygulama neredeyse hiç yoktur. Bu arada, tüm bunların yol açtığı etkiler, yüzlerce milyon göçmen işçi tarafından hissedilmekte; kırsal kesimdeki memleketlerinden ayrıldıkları anda temel sağlık hizmeti almaya dönük hakları buharlaşmaktadır. (Hukuken, ne olursa olsun bulundukları yerin kalıcı sakinleri olarak kamu hizmeti aldıklarından, başka bir yerde bundan yararlanamazlar.)
Görünüşte, temel halk sağlığı sistemi 1990’ların sonunda işveren ve çalışanlardan yapılan kesintilerin tıbbi bakım, emeklilik ve sigortayı karşılayacağı varsayılarak (devlet tarafından yönetilse de) özelleştirilmişti.
Ancak bu sosyal sigorta şemasına göre işverenlerden kesinti güya “zorunlu” olsa da genellikle göz ardı edilerek, işçilerin ezici çoğunluğunun cebinden ödeme yapmasına neden oldu ve çalışanlar sistematik bir şekilde hak edilenden az maaş alarak bu durumdan zarar gördüler. Son tahminlere göre, ulusal ölçekte göçmen işçilerin sadece yüzde 22’si temel sağlık sigortasına sahiptir. Bununla birlikte, sosyal sigorta sistemine patronların katkı yapmamasının nedeni yozlaşmaları ya da düşmanlık yapmaları değildir, daha çok, düşük kar marjlarının sosyal faydayı düşünmelerine olanak vermemesinin sonucudur. Hesaplamalarımıza göre, Dongguan gibi bir endüstriyel merkezde ödenmemiş sosyal sigorta paylarının zorla alınmaya kalkışılması, endüstriyel karları yarıya indirir ve birçok firmayı iflasa iter. Böylece, boşluğu doldurmak için Çin, emeklileri ve serbest meslek sahiplerini kapsayan ve yılda ortalama kişi başına sadece birkaç yüz yuan ödemeyi gerektiren sınırlı bir tıbbi plan uygulamaya başlamıştır.
Bu sorunlu tıbbi sistem kendi korkunç sosyal çelişkilerini de üretiyor. Her yıl birkaç sağlık personeli öldürülüyor ve öfkeli hastalar veya daha sıklıkla tedavileri sırasında ölen hastaların aile üyeleri tarafından saldırılarda düzinelerce kişi yaralanıyor. En son saldırı, Noel arifesinde, Pekin’deki bir doktorun, annesinin hastanedeki kötü bakımdan öldüğüne inanan bir hastanın oğlu tarafından bıçaklandığı zaman meydana geldi. Bir doktor araştırması, şaşırtıcı bir şekilde yüzde 85’inin işyerinde şiddet yaşadığını, bir diğeri ise 2015’ten itibaren Çin’deki doktorların yüzde 13’ünün bir önceki yıl fiziksel olarak saldırıya uğradığını söyledi. Çinli doktorlar ABD doktorlarından yılda dört kat fazla hasta görürken, yılda 15.000 ABD Doları’ndan daha az kazanıyorlar. Fikir vermesi için belirtmek gerekirse, Çin’de doktor maaşı kişi başına düşen yıllık ortalama gelirden (16.760 ABD Doları) daha azken, ABD’de ortalama bir doktor maaşı yaklaşık 300.000 $ ve kişi başına düşen gelirin (60.200 ABD Doları) neredeyse beş katıdır. 2016’da projenin yaratıcıları olan Lu Yuyu ve Li Tingyu hapsedilmeden önce, şu an kapatılmış olan “huzursuzluk izleme bloğunda” her ay sağlık çalışanları tarafından yapılan en az birkaç grev ve protesto kaydediliyordu. [Viii]. Titizlikle topladıkları verilerle dolu son yıl olan 2015’de 43 olay gerçekleşmişti. Ayrıca her ay hastaların aile bireyleri tarafından yapılan onlarca “tıbbi tedavi [protesto] olayı” kaydediliyordu. Bu sayı 2015 için 368’dir.
Sağlık sisteminden halkın bu kadar büyük ölçüde yoksun bırakıldığı koşullar altında, COVID-19’un bu kadar kolay tutunması şaşırtıcı değildir. Çin’de her 1-2 yılda bir yeni bulaşıcı hastalıkların ortaya çıkmasıyla birlikte, bu tür salgınların devam etmesi için koşullar hazır gibi görünmektedir. İspanyol Gribi’nde olduğu gibi, proletarya nüfusu arasındaki genel halk sağlığı koşulları virüsün hem ortaya çıkışı hem de oradan hızla yayılmasına olanak verir. Ama yine de bu sadece bir yayılma sorunu değildir, virüsün kendisinin nasıl ortaya çıkarıldığını da anlamalıyız.
Vahşi Doğa Kalmadı
Bu son salgın hikâyesi, endüstriyel tarım sistemiyle açıkça ilişkili olan domuz veya kuş gribi vakalarına göre daha az anlaşılır durumdadır. Bir yandan virüsün kesin kökenleri henüz tam olarak net değildir. Wuhan meyve sebze pazarında ticareti yapılan birçok evcilleştirilmiş ve vahşi hayvandan biri olan salgının merkez üssü gibi görünen domuzlardan kaynaklanması mümkündür, bu durumda nedeninin yukarıdaki durumlardaki gibi olması, başka türlü ortaya çıkmasından daha olasıdır. Bununla birlikte, daha büyük olasılık, her ikisi de genellikle vahşi doğadan getirilen yarasalar veya muhtemelen yılanlardan kaynaklanan virüse işaret ediyor gibi görünmektedir. Burada bir ilişki vardır, çünkü “Afrika Domuz Ateşi” salgını nedeniyle domuz sayısı ve güvenilirliğindeki azalma, ıslak pazarlarda satılan “vahşi” av hayvanı etine talebin artması anlamına gelir. Ancak doğrudan fabrika tipi çiftlik bağlantısı olmaksızın, aynı ekonomik süreçlerin bu özel salgında herhangi bir suç ortaklığı taşıdığı söylenebilir mi?
Cevap evet, ama farklı bir şekilde. Wallace, kapitalizmin daha ölümcül salgınların gelişip ortaya çıkışına yol açan iki önemli rotaya işaret ediyor: İlk olarak yukarıda özetlendiği gibi, bu doğrudan endüstriyel durumdur, virüsler, tümüyle kapitalist mantığa göre işleyen sanayi bölgelerinde oluşurlar. İkincisi dolaylı durumdur ve kapitalizm genişleyerek bulunduğu alanlardan vahşi bölgelere doğru yayılırken daha önce bilinmeyen virüsleri alır ve sermayenin küresel dolaşımı süreçlerinde yayar. İkisi tamamen ayrı değil elbette, ama mevcut salgının ortaya çıkışını en iyi tanımlayan ikinci vaka gibi görünüyor. [ix] Bu durumda, vahşi hayvanlara yönelik tüketim, tıbbi kullanım veya (develer ve MERS gibi) kültürel açıdan önemli çeşitli işlevlere artan talep, küresel ticari zincirde “vahşi” mallar için talep oluşturur. Diğer yandan, tarımsal çevre “vahşi” alanlara uzanır, yerel ekolojileri değiştirir ve insan ile insan olmayan canlılar arasındaki ilişkiyi yeniden üretir.
Wallace bu konuda açıktır ve halihazırda “doğal” ortamlarda bulunan virüslere rağmen daha kötü hastalıklar yaratan çeşitli dinamikleri açıklamaktadır. Endüstriyel üretim genişledikçe kendini “sermayenin konu edindiği yabani gıdaların son edildiği alanların giderek daha derinlerine iner ve dibini kazıyıp, potansiyel olarak salgın hastalıklara yol açabilecek patojenleri ortaya çıkarabilir.” Diğer bir deyişle, sermaye birikimi yeni toprakları ele geçirdiğinde, hayvanlar daha önce izole edilmiş hastalık suşlarıyla temas edebilecekleri ve erişilmesi daha zor alanlara doğru itileceklerdir; bu hayvanların da “en vahşi türleri bile tarımsal değer zincirlerine katılmıştır.” Benzer biçimde, bu genişleme insanları bu hayvanlara ve “ insan dışı vahşi topluluklarla yeni kentleşmiş kırsal kesim arasındaki bağlantıların (ve yayılmanın) artması” bu ortamlara yaklaştırır. Bu, virüse, biyolojik olarak yayılma olasılığını artırarak insanları enfekte etmesini sağlayacak şekilde mutasyona uğraması için daha fazla fırsat ve kaynak sağlar. Sanayi coğrafyası hiçbir zaman bu kadar temiz kentsel ya da kırsal bir yer değildir, tıpkı tekelleşen endüstriyel tarımın hem büyük ölçekli hem de küçük ölçekli çiftliklerden faydalandığı gibi: “bir [fabrika çiftliğinde] yüklenicinin orman kenarı boyunca sahip olduğu küçük evlerde, bir gıda hayvanı büyük bir şehrin dış halkasındaki bir işleme tesisine gönderilmeden önce bir patojen kapabilir.”
Gerçek şu ki, “doğal” küre zaten iklim koşullarını değiştirmeyi, kapitalizm öncesi çok sayıda eko sistemi harap edip geri kalanları geçmişte olduğu gibi işlevini yerine getiremeyecek hale getirmeyi başaran küresel kapitalist sistemin egemenliği altındadır. Burada başka bir nedensel faktör yatıyor, çünkü Wallace’a göre, tüm bu ekolojik yıkım süreçleri “orman gibi karmaşık çevresel engellerin ulaşım zincirlerini kesintiye uğratmasını” azaltmaya yarıyor. Gerçek şu ki, kapitalist bir sistemin doğal “çevresi” gibi alanlardan bahsetmek yanlış bir adlandırmadır. Kapitalizm zaten küresel ve bütüncüldür. Kapitalizmin, ötesinde kapitalist olmayan bir dünyanın yeraldığı kıyı ya da sınırı yoktur ve bu nedenle, büyük kapitalist gelişme zincirinin daha değerli olan ön tarafında yer alan ülkeleri izleyen “geri kalmış” ülkelerde de, el değmemiş durumda, korunmuş, vahşi doğa yoktur. Bunun yerine, küresel değer dolaşımı tarafından içerilmiş, sermayenin egemenlik altında tuttuğu kendine ait alanlar vardır. Ortaya çıkan sosyal sistemler -sözde “aşiretçilik” ten anti-modern köktendinci dinlerin yenilenmesine kadar her şey dahil- tamamen çağdaş ürünlerdir ve neredeyse her zaman fiili olarak doğrudan küresel pazarlara bağlanırlar. Ortaya çıkan biyolojik-ekolojik sistemler için de aynı şey söylenebilir, çünkü “vahşi” alanlar hem iklime hem de ilgili ekosistemlere soyut bağımlılık duygusuyla ve doğrudan aynı küresel sisteme bağlı olma anlamında bu küresel ekonomiyle ve değer zincirleriyle ilişkilidir
Bu gerçek, “vahşi” virütik suşların küresel pandemilere dönüşmesi için gerekli koşulları üretir. Ancak COVID-19 bunların en kötüsü değildir. Ebola da benzer ilkelere dayanır ve küresel tehlikenin ideal bir örneğidir. Ebola virüsü[xi], insan topluluklarına yayılan mevcut bir virütik rezervuarın açık halidir. Mevcut kanıtlar hastalığın kökeninin Batı ve Orta Afrika’ya özgü, taşıyıcı olarak hareket eden ancak kendileri virüsten etkilenmeyen birkaç yarasa türü olduğunu göstermektedir. Aynı şey, virüse periyodik olarak yakalanan ve hızlı, yüksek ölümcül salgınlara maruz kalan primatlar ve geyikler gibi diğer vahşi memeliler için geçerli değildir. Ebola, mevcut türlerinin ötesinde özellikle agresif bir yaşam döngüsüne sahiptir. Bu vahşi taşıyıcıların herhangi biriyle temas ederek insanlara da bulaşması, harap edici sonuçlar doğurabilir. Yaşanan birkaç salgında, çoğunlukla ölüm oranı son derece yüksek, neredeyse her zaman %50’nin üstünde olmuştur. 2013’ten 2016’ya kadar çeşitli Batı Afrika ülkelerinde aralıklı olarak devam eden en büyük salgın 11.000 ölüme yol açmıştır. Bu salgında yatan hastalar için ölüm oranı %57-59 aralığındaydı ve hastanelere erişimi olmayanlar için çok daha yüksekti. Son yıllarda, özel şirketler tarafından çeşitli aşılar geliştirilmiş; ancak yaygın bir sağlık altyapısının eksikliği, yavaş işleyen onay mekanizmaları ve sıkı fikri mülkiyet hakları sebebiyle Demokratik Kongo Cumhuriyeti merkezli olan ve şu ana kadar en uzun süren salgını durdurmak için aşıların rolü çok küçük kalmıştır.
Hastalık çoğu zaman sanki doğal bir felaket gibi görülüyor -en iyi ihtimalle rastlantısal olduğu, en kötü ihtimalle ormanda yaşayan yoksulların “pis” kültürel alışkanlıkları yüzünden çıktığı söyleniyor. Ancak iki büyük salgının zamanlaması (Batı Afrika’da 2013-2016 ve Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nde 2018’den günümüze) rastlantı değildir. Her ikisi de birincil endüstrilerin (tarım, madencilik, ormancılık, hayvancılık-çn.) genişlemesinin ormanlarda yaşayan insanları daha fazla yerlerinden edip yerel ekosistemleri bozduğu sırada ortaya çıktı. Aslında yalnızca son vakalar değil daha fazlası için doğru gibi görünüyor, çünkü Wallace’ın açıkladığı gibi, “her Ebola salgını 1976’da Sudan, Nzara’daki ilk salgına geri dönüş de dahil olmak üzere arazi kullanımında sermayeye dayalı değişimlere bağlı görünüyor, buna İngilizlerin finanse ettiği bir fabrika yerel pamuğu iplik haline getirip ve dokuması da dahil.” Benzer şekilde, 2013 yılında Gine’deki salgınlar, yeni bir hükümetin ülkeyi küresel pazarlara açmaya ve uluslararası tarım iş dünyası şirketlerine büyük araziler satmaya başlamasından hemen sonra meydana geldi. Dünya çapında ormansızlaşma ve ekolojik yıkımdaki rolüyle ünlü palmiye yağı endüstrisi özellikle suçlu görünmektedir, çünkü mono kültürler, hem dolaşım zincirlerinin kesilmesine yol açan, hem de kelimenin tam anlamıyla virüs için doğal bir rezervuar görevi gören yarasa türlerini çeken (orman gibi-çn.) güçlü ekolojik fazlalıkları ortadan kaldırır.
Bu arada, büyük tarım arazilerinin ticari tarımsal orman şirketlerine satılması hem ormanlarda yaşayan yerlilerin mülksüzleştirilmelerine hem de ekosisteme bağlı yerel üretim ve hasat biçimlerinin bozulmasına yol açar. Bu, çoğu zaman kırsaldaki yoksulların ekosistemle geleneksel ilişkilerinin kesintiye uğramasına sebep olur ve ormana daha fazla itilmelerinden başka seçenek bırakmaz. Sonuç olarak hayatta kalmak için gittikçe daha fazla yabani hayvan avlanması ya da küresel pazarlarda satılmak üzere yerel bitkilerin toplanması ve kereste üretilmesi zorunlu hale gelir. Bu topluluklar, ormansızlaştırma ve ekolojik yıkımdan sorumlu olan ve kendilerini bu tür ticarete itenler tarafından daha sonra “kaçak avcılar” ve “yasadışı olarak” suçlandıkları için, bu iddiaları çürütecek olan küresel çevreci örgütlerin üssü haline gelirler. Çoğu zaman süreç daha karanlık biçimde gelişir ve Guetamala’da olduğu gibi, içsavaştan kalma antikomünist paramiliter güçler “yeşil” güvenlik güçlerine dönüştürülerek ormanda yasadışı ağaç kesimi, avcılık, uyuşturucu ticaretini önlemekle görevlendirilirler ki bu güçler aynı zamanda, içsavaş sırasında orada yaşayan yerli halka şiddet uygulayarak, bu işleri yapmaya zorlamışlardır. [xiii] Bu model o zamandan beri tüm dünyada yeniden üretilmekte ve zengin ülkelerin sosyal medya yayınlarında kamera görüntüleri eşliğinde “yeşil” güvenlik güçlerinin sözde “kaçak avcıları” ve “kaçak göçmenleri” nasıl yakaladıkları gösterilerek, bunun için kutlanmaktadırlar.[xiv]
Bir Yönetim Deneyi Olarak Baskı Uygulanması
COVID-19 eşi görülmemiş bir güçle, küresel ilgiyi üzerine çekti. Ebola, kuş gribi ve SARS, elbette hepsinin kendi medya çılgınlıkları vardı. Ancak bir şey bu yeni salgın hakkında farklı bir ısrarcılık yarattı. Bu neredeyse kesin bir biçimde Çin hükümetinin gösterdiği büyük tepkiden, Çin’in her zaman aşırı kalabalık ve aşırı hava kirliliği yaşanan devasa kentlerinin şimdi bomboş olan görüntülerinden kaynaklanıyor. Bu tepki aynı zamanda ABD ile ticaret savaşında önceden beri var olan gerginliklerin daha da artarak, Çin’in yakında siyasi veya ekonomik çöküşüne ilişkin spekülasyonlara verimli bir kaynak oluşturuyor. Düşük ölüm oranına rağmen virüsün hızlı bir şekilde yayılması bunlarla birleşerek, anında küresel bir tehdit karakteri kazanmasına yol açmıştır.
Öte yandan devletin, medyanın da katıldığı bu büyük tepkisi, biraz melodramatik biçimde, tam kapasiteyle yurt savunmasına geçmenin kostümlü provası gibidir. Bu bize, Çin devletinin baskı kapasitesinin ne kadar büyük ve etkili olduğunun yanı sıra, yerel güçlerin harekete geçmesi için başka bir komuta ihtiyaç bırakmayacak biçimde, medyanın her bir parçasını kapsayan merkezi bir propagandayla bağlantısının bir görüntüsünü verir. Hem Çin hem de Batı propagandası karantinaya sokma gerçeğini vurguladı; birincisi, bunu acil bir durumda etkili bir hükümet müdahalesi olarak anlatırken, ikincisi, sosyalizm ütopyasının uzağındaki Çin devletinin bir başka totaliterlik örneği gibi yorumladı. Üzerinde konuşulmayan gerçek ise, uygulanan baskının Çin devletinin daha derininde, yapının altındaki kapasitesini işaret ediyor oluşuydu.
Bu, bize Çin devletinin doğasına açılan bir pencere verir ve temel devlet mekanizmalarının seyrek olduğu veya var olmadığı koşullarda bile konuşlandırılabilecek yeni ve yenilikçi sosyal kontrol ve kriz tepkisi tekniklerini nasıl geliştirdiğini gösterir. Öte yandan genel kriz ve etkin ayaklanma gibi en sağlam devletlerde bile benzer çöküntülere neden olacak bu tür koşullar sözkonusu olduğu zaman, herhangi bir ülkedeki yönetici sınıfın nasıl tepki verebileceğine dair daha ilginç (daha spekülatif olsa da) bir tablo sunmaktadır. Yönetim organları arasındaki bağların zayıflığı, virüs salgınına her bakımdan yardımcı oldu: yerel yetkililer tarafından merkezi hükümetin çıkarlarına aykırı “bilgi veren” doktorların baskılanması, hastanelerin rapor mekanizmalarının etkisizliği ve temel sağlık hizmetlerinin son derece yetersiz bir biçimde verilmesi; bu örneklerden yalnızca birkaçıdır. Bu arada, farklı yerel yönetimler, merkezi devletin kontrolünün neredeyse tamamen ötesinde, farklı hızlarda normale döndüler (merkez üssü Hubei hariç). Bu yazı yazıldığı sırada, hangi limanların çalışır durumda olduğu ve hangi yerellerde üretimin yeniden başladığı neredeyse tamamen rastgele görünüyor. Ancak bölgelerde parça parça karantina uygulanması, uzun mesafeli şehirlerarası lojistik ağlarının kesintiye uğraması anlamına geliyordu, çünkü herhangi bir yerel yönetim, trenlerin veya yük kamyonlarının sınırlarından geçmesini önleyebiliyor gibi görünüyor. Ve Çin hükümetini bu temel seviyedeki yetersizlik, virüsle, sanki bir isyan çıkmış ya da görünmez bir düşmana karşı iç savaş veriliyormuş gibi uğraşmak zorunda bıraktı.
Ulusal devlet mekanizmaları, yetkililerin Hubei eyaletindeki acil müdahale önlemlerini arttırdıkları 22 Ocak’ta gerçekten işlemeye başladı ve halka, karantina tesisleri kurmanın yanı sıra hastalığın kontrol altına alınması için gerekli personele, araçlara ve tesislere “el koyma” ya da blokaj ve trafiği kontrol etme gibi yasal yetkilerinin olduğunu söylediler (Böylece kaçınılmaz biçimde damgalanarak dışlanma olayının önünü açtılar). Başka bir deyişle, devlet kaynaklarının etkin kullanımı, yereller adına gönüllülük çağrıları yapmasıyla başladı. Bir yandan, böylesine büyük bir felaket herhangi bir devletin kapasitesini zorlayacaktır (örneğin ABD’deki kasırga tepkisine bakınız). Ancak diğer yandan, bu, Çin devlet işleyişinde, merkezi devletin, yerel seviyeye kadar uzanan etkili resmi ve uygulanabilir işleyiş düzeninden yoksun olduğunu tekrar gösterir, bunun yerine yerel yetkililer ve vatandaşların harekete geçmeleri için yaygın çağrılar yapılır ve buna uygun davranmayanlar (sabote edici davranmak olarak sınırlandırılmış) olayın ardından çeşitli cezalara çarptırılır. Gerçekten etkili tek tepki, merkezi devletin gücünün ve dikkatinin büyük bir kısmını odakladığı spesifik alanlarda görülmüştür -bu durumda, genel olarak Hubei ve özellikle Wuhan. 24 Ocak sabahı, şehir zaten etkili bir şekilde ablukaya alınmış, koronavirüsün yeni suşu ilk kez tespit edildikten yaklaşık bir ay sonra şehre hiçbir tren gelip gitmemiştir. Ulusal sağlık yetkilileri, sağlık otoritelerinin kendi takdirlerini bağlı olarak herhangi birini muayene etme ve karantinaya alma yetkisine sahip olduklarını açıklamışlardır. Hubei’nin büyük şehirlerinin ötesinde, Pekin, Guangzhou, Nanjing ve Şangay dahil olmak üzere Çin’deki düzinelerce şehir, insanların ve malların sınırlarından girişleri ve çıkışları hakkında, değişen ölçülerde sınırlandırmalar başlatmışlardır.
Merkezi devletin harekete geçme çağrısına yanıt olarak, bazı bölgeler kendi inisiyatifleriyle tuhaf ve sert önlemler aldılar. Bunlardan en korkutucu olanı, otuz milyon kişiye yerel pasaportlar dağıtılarak, her iki günde bir evden sadece bir kişinin çıkmasına izin verildiği, Zhejiang eyaletindeki dört şehirdeki uygulamadır. Shenzhen ve Chengdu gibi şehirler, her mahallenin kapatılmasına karar verdi ve bir binanın içinde tek bir doğrulanmış virüs vakası bulunursa, tüm binanın 14 gün boyunca karantinaya alınmasına izin verdi. Bu arada, yüzlerce kişi hastalık hakkında “söylentiler yaydığı” için gözaltına alındı ya da para cezasına çarptırıldılar. Karantinadan kaçan bazı kişiler tutuklandı ve uzun hapis cezalarına çarptırıldı -ve hapishaneler, yetkililerin, kelimenin tam anlamıyla kolay izolasyon için tasarlanmış bir ortamda bile hasta bireyleri izole edememesi nedeniyle ciddi bir salgın yaşıyorlardı. Bu güvenlikçi bir anlayışı yansıtan çaresiz, saldırgan, aşırıya kaçan önlemler, en açık haliyle Cezayir ya da daha yakın zamanda Filistin gibi yerlerdeki askeri-sömürgeci işgal hareketlerini hatırlatıyordu. Daha önce bu ölçekte veya dünya nüfusunun çoğunu barındıran bu tür mega kentlerde hiç yapılmadılar. Sıkıyönetimin uygulanması, küresel devrimi düşünenlere garip bir tür ders sunar, çünkü esasen, devletin yönettiği tepkinin yavan bir akışıdır.
Yetersizlik
Bu özel sıkıyönetim, görünüşte insani karakterden yararlanıyor, Çin devleti, virüsün yayılma nedenlerini engellemeye yardımcı olması için daha fazla sayıda yerel gücü harekete geçirebiliyor. Ancak, beklendiği gibi, bu tür sıkıştırmalar her zaman geri teper. Sonuç olarak güvenlikçi önlemler, ancak kazanım, diyalog ve ekonomik işbirliği imkansız hale geldiği zamanlarda yürütülen umutsuz bir savaş türüdür. Pahalı, verimsiz ve arka planda korunan bir eylemdir ve onu dağıtmakla görevlendirilen herhangi bir gücün- Fransız kolonisinin çıkarları, azalan Amerikan hakimiyeti veya diğerleri- daha derindeki yetersizliğini açığa vurur. Sıkıyönetimin sonucu neredeyse her zaman ilkinin bastırılmasıyla kan dökülen ve daha da çaresiz hale gelen ikinci bir ayaklanmadır. Burada karantina, iç savaşın ve karşı direnişin gerçekliğini pek yansıtmayacak. Ancak bu durumda bile, sıkıyönetim kendi yollarıyla geri tepti. Devletin çabalarının çoğunu, bilginin kontrolüne ve olası her medya aygıtı aracılığıyla dağıtılan sürekli propagandaya odaklamasıyla, huzursuzluk da kendisini büyük ölçüde benzer platformlarda göstermiştir.
7 Şubat’ta Dr. Li Wenliang’in (virüsün tehlikeleri hakkında erkenden bilgi veren doktorlardan) ölümüyle, sarsılan vatandaşlar ülke genelinde evlerine kapandılar. Li, virüse yakalanmadan önce Ocak ayı başında “yanlış bilgi” yaydığı için polis tarafından gözaltına alınan sekiz doktordan biriydi. Ölümü internet kullanıcılarında öfkeyi ve Wuhan hükümetindeyse pişmanlık duygusunu tetikledi. İnsanlar, devletin ne yapacağına dair hiçbir fikri olmayan ama yine de güçlü bir yüz ifadesi takınan beceriksiz yetkililer ve bürokratlardan oluştuğunu görmeye başlıyor. Bu gerçek esasen Wuhan Belediye Başkanı Zhou Xianwang, devlet televizyonunda hükümetinin bir salgın meydana geldikten sonra virüs hakkındaki kritik bilgileri yayınlamayı geciktirdiğini itiraf etmek zorunda kaldığında ortaya çıktı. Salgının yol açtığı gerilim, devletin bütün seferberliğinden doğan gerilim ile birleştiğinde, hükümetin kendisinin resmettiği ince kağıt portrenin arkasındaki derin çatlakları halkın gözü önü çıkarmaya başladı. Başka bir deyişle, buna benzer gelişmeler, Çin devletinin temel yetersizliklerinin, önceden propagandaya kanmış daha çok çok insanın görmesini sağladı.
Eğer devletin olaya müdahalesini karakterize eden bir sembol olsaydı, bu Wuhan’lı biri tarafından çekilen ve Hong Kong’da Twitter üzerinden Batı interneti ile paylaşılan, yukarıdaki video gibi bir şey olurdu. Çin bayrağıyla fotoğraf çektiren tam koruyucu giysilerle donatılmış doktorlar veya ilk müdahaleci gibi görünen bir dizi insanı gösteriyor. Videoyu çeken kişi, onların değişik fotoğraf operasyonları için her gün o binanın dışında olduklarını açıklıyor. Videonun devamında adamlar koruyucu ekipmanları çıkarıyorlar ve sohbet edip sigara içiyorlar, hatta arabalarını temizlemek için kıyafetlerden birini kullanıyorlar. Araçla gitmeden önce adamlardan biri koruyucu giysiyi yakındaki bir çöp kutusuna atıyor, hatta görülmeyeceği yere kadar ittirmek için bile uğraşmıyor. Bu gibi videolar sansürlenmeden önce hızla yayılıyor-devlet onaylı gösterinin ufak pürüzleri.
Daha temel bir konu, karantinanın ekonomik yankısının ilk dalgası, insanların günlük yaşamında görülmeye başladı. Bunun makroekonomik boyutu, Çin’in büyümesindeki büyük bir düşüşün, özellikle Avrupa’da durgunluk devam ederken ve ekonominin sağlıklı gitmediği ABD’de iş hacminde gerileme görülürken, küresel durgunluğa yol açma riski taşımasıdır. Dünyanın dört bir yanında, Çinli firmalar ve esas olarak Çin üretim ağlarına bağımlı olanlar, sözleşmelerine uymaları “imkânsız” hale geldiğinde, tarafların sözleşmeyi yerine getiremedikleri durumlarda erteleme ya da iptale izin veren “mücbir sebepler” hakkındaki hükümlere bakıyorlar. Şimdilik pek mümkün olmasa da bir ihtimal, bu durum ülke çapında üretime geri dönülmesi taleplerinin artmasına neden olacaktır. Ama yine de ekonomik hareketlilik boşlukları kapatarak devam ediyor, bazı bölgelerde çalışma devam ederken, diğerlerinde süresiz olarak duraklatılmış durumda. Şu anda, 1 Mart, merkezi yetkililerin salgının merkez üssü dışındaki tüm alanlara işe dönmesi için çağrı yapılan belli belirsiz bir tarih haline geldi.
Ancak diğer etkiler, tartışmasız çok daha önemli olmakla birlikte, daha az görünür olmuştur. “Bahar Şenliği” için çalışacakları şehirlerde kalanlar ya da çeşitli kısıtlamalar başlamazdan önce geri dönebilenler de dahil olmak üzere, birçok mevsimlik işçi şimdi tehlikeli bir boşlukta sıkışmış halde bekliyorlar. Nüfusun büyük çoğunluğunun mevsimlik işçi olduğu Shenzhen’de yerel halk, evsizlerin sayısının artmaya başladığını bildirdi. Ancak sokaklarda görünen yeni insanlar uzun vadeli evsizler değil, tam anlamıyla sadece gidecek başka bir yerleri kalmamış gibi görünüyorlar—hala nispeten iyi kıyafetler giyiyorlar ancak dışarıda en iyi nerede uyunacağını veya nereden yiyecek bulunabileceğini bilmiyorlar. Şehirdeki çeşitli binalarda ufak tefek hırsızlıklarda –bunların çoğu karantina için evde kalanların kapılarına bırakılan gıdalar-artış yaşanıyor. Ülke genelinde, üretim durdukça işçiler ücretlerini alamıyorlar. İş kesintileri sırasındaki en iyi durum senaryoları, Shenzhen Foxconn tesisinde dayatılan gibi yurt karantinalarıdır. Burada geriye yeni dönenler bir ya da iki hafta boyunca mahallelerine hapsedildi, normal ücretlerinin yaklaşık üçte biri ödendi ve daha sonra üretim hattına dönmelerine izin verildi. Yoksul firmalarınsa böyle bir seçeneği yoktur ve hükümetin küçük işletmelere düşük faizli yeni kredi olanakları sunma girişimi muhtemelen uzun vadede çok az işe yarayacaktır. Bazı durumlarda, Foxconn gibi firmalar yavaşlamayı telafi etmek için Vietnam, Hindistan ve Meksika’daki üretimi genişlettiklerinden; virüs, fabrikaların yer değiştirmesindeki mevcut eğilimleri hızlandıracak gibi görünüyor.
Gerçeküstü Savaş
Bu arada, virüse karşı beceriksizce verilen erken tepki, devletin onu kontrol etmek için özellikle cezalandırıcı ve baskıcı önlemlere güvenmesi ve merkezi hükümetin, eşzamanlı olarak üretim ve karantinaya uyum sağlamak için yerel yönetimler arasında etkin bir koordinasyon sağlayamaması, devlet mekanizmalarının merkezinde önemli bir yetersizlik olduğunu gösteriyor. Eğer arkadaşımız Lao Xie’nin iddia ettiği gibi, Xi yönetiminin vurgusu “devlet inşası” üzerineyse, bu konuda daha yapılacak çok iş olduğu anlaşılıyor. Aynı zamanda, COVID-19’a karşı yürütülen kampanya ayaklanmaya karşı yavan bir çalışma olarak da okunabiliyorsa merkezi hükümetin sadece Hubei merkez üssünde etkili bir koordinasyon sağlama kapasitesine sahip olması ve diğer illerdeki —hatta Hangzhou gibi zengin ve saygın illerdeki— çalışmalarının büyük ölçüde koordinasyonsuz olması ve çaresiz kalması kayda değerdir. Bunu iki biçimde ele alabiliriz; birincisi, devlet gücünün sert kabuğu altında yatan zayıflık üzerine bir ders olarak, ikincisi ise merkezi devlet mekanizmaları işe yaramaz duruma düştüğünde, koordine olamamış ve akılcılıktan uzak yerel müdahalelerin tehdit uyarısı olarak.
Bunlar, sonu gelmez sermaye birikim süreçlerinin yarattığı yıkımın hem küresel iklim düzenine hem de Dünya’daki yaşamın mikrobiyolojik alt katmanına doğru genişlediği bir çağ açısından önemli derslerdir. Bu tür krizler daha yaygın hale gelecektir. Kapitalizmin kendi krizi ekonomik olmayan bir karaktere bürünürken, yeni salgın hastalıklar, kıtlıklar, seller ve diğer “doğal” felaketler, devlet kontrolünün genişletilmesi için bir gerekçe olarak kullanılacak ve bu krizlere yanıt giderek artan bir şekilde güvenlikçi politikalar için yeni ve denenmemiş araçları kullanma fırsatı yaratma işlevi görecektir. Tutarlı bir komünist politika bu iki olguyu birlikte kavramak zorundadır. Bu, teorik düzeyde, kapitalizmin eleştirisinin deneysel bilimlerden koptuğu zaman fakirleştiğini anlamak demektir. Ancak pratik düzeyde görünen o ki, bugün mümkün olan tek siyasi proje yakın geleceğin artan ekolojik ve mikrobiyolojik felaketler tarafından belirleniyor oluşuna odaklanmak ve tekrarlanan bu krizlerin yok edilmesi için çalışmaktır.
Karantinaya alınmış Çin’de, en azından ana hatlarıyla şöyle bir manzara görmeye başlıyoruz: karın ufacık bile bozulmadığı tozlanmış boş kış sonu sokakları, pencerelerden bakan telefon ışıklarının aydınlattığı yüzler, bayraklarını kaldırıp size maskenizi takıp eve gitmenizi söylemekle görevli birkaç hemşirenin, polisin, gönüllülerin veya yalnızca ücretli aktörlerin görevli olduğu barikatlar. Bulaşma sosyaldir. Dolayısıyla, bu kadar geç bir aşamada onunla mücadele etmenin tek yolunun, toplumun kendisi üzerinde gerçeküstü bir savaş yürütmek olduğu, gerçekten bir sürpriz olmamalı. Bir araya gelmeyin, kaosa neden olmayın. Fakat kaos izolasyonda da oluşabilir.
Tüm dökümhanelerdeki fırınlar, soğuyarak önce yavaşça çıtırdayan közlere ve daha sonra kar gibi soğuk küllere döndüğünde; karantinada hiçbir yardımı olmayan küçük umutsuzluklar bir gün usulca akarak, tıpkı bu toplumsal bulaşıklık gibi, önlenemez biçimde kitleselleşebilirler.
Notlar
[i] Bu bölümde açıklayacağımız şeylerin çoğu, Wallace’ın kendi argümanlarının daha özlü bir özetidir, daha genel bir kitleye yöneliktir ve titiz tartışma ve kapsamlı açıklama yoluyla diğer biyologlara “dava açmaya” gerek kalmadan kanıt gösterir. Temel kanıtlara meydan okuyacaklar için, Wallace ve vatandaşlarının çalışmalarına değiniyoruz.
[ii] Robert G Wallace, Big Farms Make Big Flu: Dispatches on Infectious Disease, Agribusiness, and the Nature of Science, Monthly Review Press, 2016. s.52
[iii] a.g.e, s.56
[iv] a.g.e., s.56-57
[v] a.g.e, s.57
[vi] Bu, ABD’nin Çin ile bugün karşılaştırılmasının da bilgilendirici olmadığı anlamına gelmiyor. ABD’nin kendi büyük tarımsal-endüstriyel sektörü olduğu için, anti-biyotik dirençli bakteriyel enfeksiyonlardan bahsetmemekle birlikte, tehlikeli yeni virüslerin üretimine büyük katkıda bulunmaktadır.
[vii] Bakınız: Brundage JF, Shanks GD, “What really happened during the 1918 influenza pandemic? The importance of bacterial secondary infections”. The Journal of Infectious Diseases. Volume 196, Number 11, December 2007. pp. 1717–1718,, yazarın yanıtı 1718–1719; ve: Morens DM, Fauci AS, “The 1918 influenza pandemic: Insights for the 21st century”. The Journal of Infectious Diseases. Volume 195, Number 7, April 2007. pp 1018–1028
[viii] Dergimizin ikinci sayısındaki “Picking Quarrels” kısmına bakınız: http://chuangcn.org/journal/two/picking-quarrels/
[ix] Bu iki pandemik
üretim yolu, Marx’ın üretim alanında “gerçek” ve “resmi” birikim dediği şeyi
yansıtıyor. Gerçek kapsamda asıl üretim süreci, üretimin hızını ve büyüklüğünü
arttırabilen yeni teknolojilerin getirilmesi ile değiştirilir- endüstriyel
ortamın virüsle ilgili evrimin temel koşullarını nasıl değiştirdiğine benzer
şekilde, yeni mutasyonlar daha hızlı ve daha fazla güçlülükle üretilmiştir.
Gerçek kapsamdan
önce gelen resmi kapsamda, bu yeni teknolojiler henüz uygulanmamıştır. Bunun
yerine, daha önce var olan üretim biçimleri, el dokuma tezgâhı işçilerinin,
ürünlerini kâr için satan bir atölyeye yerleştirilmesi durumunda olduğu gibi, küresel
pazarla bazı ilişkileri olan yeni konumlarda bir araya getirilir ve bu “doğal”
ortamlarda üretilen virüslerin vahşi nüfustan çıkarılma ve küresel pazar
yoluyla yerli nüfusa girme biçimlerine benzer.
[x] Ancak
bu ekosistemleri “insan öncesi” ile bağdaştırmak bir hatadır. Çin mükemmel bir
örnektir, çünkü görünüşte “ilkel” doğal manzaralarının çoğu, daha önce Doğu
Asya anakarasında Filler gibi yaygın olan türleri silen çok daha eski insan
genişleme dönemlerinin ürünüdür.
[xi] Teknik olarak bu, en ölümcül olanın kendisi basitçe Ebola virüsü, daha önce Zaire virüsü olarak adlandırılan 5 kadar farklı virüs için kapsamlı bir terimdir.
[xii] Özellikle Batı Afrika davası için bakınız: RG Wallace, R Kock, L Bergmann, M Gilbert, L Hogerwerf, C Pittiglio, Mattioli R and R Wallace, “Did Neoliberalizing West African Forests PRoduce a New Niche for Ebola,” International Journal of Health Services, Volume 46, Number 1, 2016; Ekonomik koşullar ile Ebola arasındaki bağlantıya daha geniş bir bakış için bkz: Robert G Wallace and Rodrick Wallace (Eds), Neoliberal Ebola: Modelling Disease Emergence from Finance to Forest and Farm, Springer, 2016; Ve davanın en doğrudan ifadesi için, daha az bilimsel olsa da, yukarıda bağlantılı Wallace makalesine bakın: “Neoliberal Ebola: the Agroeconomic Origins of the Ebola Outbreak,” Counterpunch, 29 July 2015. https://www.counterpunch.org/2015/07/29/neoliberal-ebola-the-agroeconomic-origins-of-the-ebola-outbreak/
[xiii] Bakınız: Megan Ybarra, Green Wars: Conservation and Decolonization in the Maya Forest, University of California Press, 2017.
[xiv] Tüm kaçak avcılığın yerel kırsal yoksul nüfus tarafından yürütüldüğünü veya farklı ülkelerin ulusal ormanlarındaki tüm korucu güçlerin eski komünist karşıtı paramiliterlerle aynı şekilde çalıştığını ima etmek kesinlikle yanlıştır, ancak en şiddetli çatışmalar ve ormanlık militarizasyonun en agresif vakalarının hepsi bu modeli takip ediyor gibi görünmektedir. Bu fenomene geniş kapsamlı bir genel bakış için Geoforum’un (69) konuya özel 2016 sayısına bakınız. Önsöz burada bulunabilir: Alice B. Kelly and Megan Ybarra, “Introduction to themed issue: ‘Green security in protected areas’”, Geoforum, Volume 69, 2016. pp.171-175. http://gawsmith.ucdavis.edu/uploads/2/0/1/6/20161677/kelly_ybarra_2016_green_security_and_pas.pdf
[xv] Burada sözü edilen tüm hastalıklardan en düşük olanı, yüksek ölüm oranı, büyük ölçüde çok sayıda insan taşıyıcıya hızlı yayılmasının bir sonucudur ve bu da çok düşük bir ölümcüllük oranına rağmen yüksek bir mutlak ölüm bedeliyle sonuçlanmıştır.
[xvi] Bir podcast röportajında, Çin topraklarında yaşayan arkadaşlarına atıf yapan Au Loong Yu, Wuhan hükümetinin salgın tarafından etkili bir şekilde felç edildiğini söylüyor. Au, krizin sadece toplumun dokusunu parçalamakla kalmayıp, aynı zamanda ÇKP’nin sadece virüs yayıldıkça ve ülke genelindeki diğer yerel yönetimler için yoğunlaşan bir kriz haline gelecek olan bürokratik makinesini de parçaladığını ileri sürüyor. Röportaj 7 Şubat’ta yayınlanan The Dig’den Daniel Denvir tarafından yapılmıştır: https://www.thedigradio.com/podcast/hong-kong-with-au-loong-yu/
[xvii] Videonun kendisi orijinal, ancak Hong Kong’un Çin topraklarına ve ÇKP’ye yönelik ırkçı tutumların ve komplo teorilerinin bir yatağı olduğunu ve Hong Konglular tarafından virüs hakkında sosyal medyada paylaşılan şeylerin çoğunu belirtmek gerekir ve bunlar dikkatlice kontrol edilmelidir.
Orijinal metin: http://chuangcn.org/2020/02/social-contagion/ websitesinden 25 Mart tarihinde erişildi.
Çeviri: Neşe Nasırlıoğlu, Elif Birbiri, Eylül Tarım, Mehmet Polat