Uzun zamandır hepimizin hissettiği barınma krizi pandemi kaynaklı çevrimiçi eğitimden yüz yüze eğitime geçilmesi ve öğrencilerin kalacak yurt bulamaması ile yoğun bir şekilde gündeme oturdu. Hem nicel olarak yurt sayısının yetersizliği hem nitelik olarak barınma hakkına uymayan fiziksel koşullar sosyal medyada da sıklıkla paylaşıldı. Öğrencilerin “bizi görmezden gelemeyeceksiniz” şiarıyla parklarda sabahlama eylemlerine başlaması ile barınma sorunun sadece üniversite öğrencilerine has bir sorun olmadığı iyice ortaya çıkmış oldu. Bu yeni bir durum değil elbette, alt sınıf için barınma her zaman bir sorundu. Bu dönem göze çarpan yeni durum kabaca orta/alt orta sınıf diyebileceğimiz kesimlerin de yüksek kiraları karşılamakta zorlanmaya başladığı bir krizin varlığı oldu. Öğrencilerin eylemlerine dair yapılan hashtag kampanyalarına birçok ücretli çalışan da kendi yaşadıkları sorunları anlatarak katıldı ve eylemler bir haftadan kısa sürede çok kapsamlı bir krize dair deneyim paylaşımı arşivi oluşturmuş oldu. Barınamıyoruz Hareketi’nin paylaştığı internet formunu dolduranların önemli bir kısmının 25-40 yaş arası kesim olması ise son 15 senede çalışma hayatına girmiş fakat ekonomik kriz nedeniyle güvenceli işe, doğru düzgün bir barınma hakkına erişememiş kesimlerin ne kadar genişlediğini gösterdi. Paylaşımlar arasında kriz sebebiyle işsiz kalarak ya da ücretlerin enflasyon karşısında erimesi dolayısıyla kendi hayatını sürdüremeyerek aile evinde döndüğünü ifade eden çokça çalışan insan hikâyesi okuduk.
Barınamıyoruz Hareketi, öğrencilerin somut ve acil barınma sorunlarına odaklanmış olsa da çok daha kapsamlı bir sistem krizi olarak kent hakkı konusunu gündem yapmak için bir fırsat olmalı. Barınma ve mekân hakkı Türkiye’ye has bir sorun değil, tüm dünyada farklı biçimlerde kendisini gösteren bir sistem sorunu. Doğrudan mülkiyet ilişkileri ve konut/mekân politikaları ile farklılık gösteren bir durum olması sebebiyle bu yazıda Türkiye özelinde bir değerlendirme yapmaya çalışacağım. Burada birden fazla değişkene bakmak gerekiyor. Bunlardan birisi ülkenin kentleşme politikaları ama bu tek başına yeterli değil, çünkü kentin neresinde kimin yaşayacağına karar veren bir ücret eşitsizliği konusu da var. Konu üzerine yazan çizenlerin BM önerisi olarak kiranın gelirin yüzde otuzunu geçmemesi şeklinde bir genel geçer ilkeyi dile getirdiklerini görüyoruz. Fakat bu şekilde bir orandan bahsederken gelirin kendisini sorunsallaştırmamış oluyoruz, bu da eksik bir mekân politikasını kaçınılmaz kılıyor. Gelir uçurumu bu denli radikal durumda iken “hangi gelirin yüzde otuzu?” sorusunu sormazsak kent mekânının gelire göre ayrışmasına istemeden de olsa razı olmuş oluruz. Asgari ücretin yüzde otuzu mu, memur maaşının yüzde otuzu mu, üst düzey özel sektör yöneticisinin yüzde otuzu mu? Bu soruya göre şehrin bölge bölge maaşa endeksli olarak bölüneceğini öngörmemek imkânsız. Kirayı gelire oranla belirlemeyi savunmak, kent literatüründe soylulaştırma dediğimiz kavramı doğrudan meşru gören bir sonuca yol açar.
Bunun dışında atladığımız bir başka çelişki, ülkede inşaat sektörünün geçmişten beri ülke ekonomisini belirleyici sektörlerden birisi olması ve zaten mekan üretimin tamamen rant odaklı politikalarla yürümüş olması. Bu açıdan kentleşmenin tarihine dair kapsamlı bir analiz gerekiyor. Örneğin 2012 yılında yürürlüğe giren 6306 sayılı kentsel dönüşüm yasasının uygulanma alanlarına bakarsak, orta/üst orta sınıf muhitlerde ortaya çıkan sonuç ile alt sınıf muhitlerde ortaya çıkan sonuç arasındaki uçurumu görebiliriz. Devam etmeden önce gelir/kira oranına bir daha değinmek gerekirse, kentin zaten BM önerisi kira/gelir oranı mantığına göre ücrete bağlı kompartımanlara ayrılmış eşitsiz bir mekan olduğunu hatırlamak ve üzerine olan biten her şeyin bu adaletsizlik temelinde şekillendiğini unutmamak gerekir. Örneğin yoksul bir mahalle 6306 sayılı yasa kapsamında tamamen riskli alan ilan edilip orada yaşayanların kendi yaşam alanları üzerindeki hakları yok sayılmak suretiyle yıkım ve sürgün şeklinde dönüşüm yaşanırken, Kadıköy’ün bazı muhitlerinde müteahhit ve mülk sahipleri arasında süren çetin müzakereler doğrultusunda şekillenen ve mülk sahiplerinin mülklerinin değerinin artışı ile de sonuçlanan bir sürecin varlığını kolayca gözlemleyebiliriz. Bu kıyas ikincisinin ideal bir dönüşüm olduğu anlamına gelmez. İlkinde yaşanan hak gaspları doğrudan yoksul emekçinin bir yerden alınıp başka bir yere sürülmesi ile sonuçlanırken ikincisinde altyapı yeterliliğine bakılmaksızın yükselen katlar, betonlaşan çevre ile hepimizin ekolojisine zarar veren bir süreç işler. Günün sonunda kent merkezindeki işine gelmek için çeperin de çeperinde inşa edilen toplu konutlarda barınmaya çalışan emekçi saatlerce toplu taşımaya mahkûm edilirken, kent merkezinde deprem yönetmeliğine uygun daireler yaklaşık 10.000 TL kiralarla erişilemez konut çevreleri yaratır. Dolayısıyla deprem güvenliği hakkımız dahi sermaye odaklı konut üretim sistemi içerisinde sınıfsallaşmıştır. Burada sistemle uzlaşan orta/üst orta sınıf eleştirisi de yapılabilir. Bunun yanında ülkede yapı stokunun deprem karşısındaki durumu açık olduğu için başka bir alternatif olmadığında bu uzlaşma da bir noktada kaçınılmaz olur.
Mülk sahibinin tek tip olmayışı da burada bir çelişki yaratır. Güvencesiz emekliliğin olduğu bir ülkede çalışma hayatı boyunca çalışarak ve borçlanarak yaşlılığında oturacak bir ev almak neredeyse mecburiyet olmuştur. Bir de bunun dışında tamamen yatırım ve kira geliri ile zenginleşme amaçlı mülk sahipliği söz konusudur. Mevcut kentleşme sistemi içerisinde ikisi de aynı uzlaşmaya tabidir ama ilki depreme dayanıklı olmayan ve başına yıkılma ihtimali yüksek evini güvenli hale getirmek için uzlaşırken ikincisi mülkünü değerlendirmek için uzlaşır. Günün sonunda ortak bir sonuç olarak konut değeri yükselir, artan konut stoku gelir seviyesi daha yüksek gruplara açık olur. Riskli alan ilan edilen yoksul muhitlerinde ise bütün mahalle topyekûn üst sınıflara açılır ve sürülen insanlar TOKİ sisteminde borçlandırılarak barınma sorununa çözüm sunulmuş gibi yapılır. Yapılan pek çok araştırma insanların kendilerine sunulan toplu konut seçeneklerinin borçlarını ödeyemeyerek sistemden çıkmak zorunda kaldığını gösteriyor. Genelde güvencesiz, gündelik ya da parça başı ücretlerle yaşayan insanların barınma hakkı sürgün, yerleştirme, tutunamama ve yersiz yurtsuz kalma şeklinde sürüp gider.
Bütün bunları düşündüğümüzde kent üzerine konuşurken kira ile gelir oranının çoğumuz için yüzde elliyi aştığı bir durumda yüzde otuz gibi bir oran kulağa hoş gelse de zaten sistemin üzerine kurulu olduğu adaletsizlik zemininde bize sunacağı tek şey gelirimize uygun bir köşeye sürülmek olabilir. Mevcut durumda da emlak sitelerini açıp baksak gelirin yüzde otuzuna denk gelecek bir daire bulmak mümkün olabilir ama barınma hakkı sadece dört duvar bulup içine girmek midir? Temel soru bu olmalı. Örneğin çalıştığımız işe yakın oturmak, yeşil alan kullanabilmek, çocuğumuzu yakında bir okula gönderebilmek, bunların eşit erişilebilir imkânlar olması gibi hayati, vazgeçilmez haklar bu oran hesaplarının içerisinde yoktur. Korkunç mesai saatleri altında ezilirken bir yandan bütün bu imkânlara erişmenin zorluğu içerisinde yaşayan asgari ücretli emekçiler için böyle bir oran hesabı çeperleri işaret eder. Kentsel hizmetlerin de sınıfsal olduğunu düşünürsek daha az yeşil alan, daha kötü kaldırımlar, kreş/okul gibi hizmetlerin eksikliği hatta hiç olmayışı bütün bu mekânsal ayrışmanın kapsamındadır.
On dokuzuncu yüzyıldan bu yana bu coğrafyada kentleşme dünyanın pek çok yerinde olduğu gibi toprağın metalaşması, parçalara bölünerek satılması ile ilerlemiştir. Kentte bir aykırılık gördüğümüzde kullandığımız “kent suçu” kavramını doğrudan kent kavramına da yönlendirmek gerekir aslında. Kent ve mülkiyet üzerine çalışan araştırmacılar liberal kent tarihi yazımının biçimsel olana odaklanıp sermaye ilişkilerini görünmez kıldığını ifade ederler. Bu bağlamda yeni dönem çalışmalar kentleşme sürecinde yer alan aktörleri, piyasa dinamiklerini, mülk sahipleri ile devlet ilişkilerini, buna ek olarak altyapıyı da konunun kapsamına dâhil etmeye çalışmaktadır. Örneğin otopark yönetmelikleri kentte artan araç sayısı ve sonucunda ortaya çıkan otopark krizine çözümü, toprak altında inşaat iznini arttırmak şeklinde çözmektedir. Bu gözümüze batan bir yapı gibi dikkat çekici olmayabilir ama takibi yapıldığında sadece toprak üstü değil, altının da imara açıldığı bir gerçeklik olarak görülebilir ve bu başlı başına ekolojik bir suçtur. Kentin bizzat kendisinin yol açtığı sorunları çözmeye dair her hamle bu şekilde sonuçlanır. Öyleyse imar tarihi (kent demektense bu şekilde ifade etmeyi bilerek tercih ediyorum) başlı başına kentleşmenin yol açtığı sorunları çözmek için daha fazla sorun ortaya çıkarma tarihi olarak da görülebilir rahatlıkla.
Kente dair bütün başlıklara en başından başka bir gözle bakmak gerektiği özellikle de iklim krizi ve kapitalizmin geldiği bu noktada çok acil görünüyor. Şehir merkezleri sınıfsal olarak barınma hakkına ve temel ihtiyaçlara erişimde eşitsizliğin maddeleşmiş halleri olmanın yanı sıra aynı zamanda iklim krizinden en yıkıcı biçimde etkilenecek alanlar olacak. Dünyanın birçok yerinde buna dair bir hazırlık olmadığı görülüyor ve mevcut mekân üretimi düzeninde bu hazırlığa pek yer de yok. Sermaye için toprak, üzerinde orman olsun, tarım olsun fark etmeksizin işine geldiği gibi imara açılabilecek bir boşluk. Marksist kent çalışmalarının plancılık pratiğini eleştirdiği nokta da tam burası aslında: Mekânı iktisadi, sosyal ilişkilerden soyutlayan bir iki boyutlu düzlemde bölüp parselleyen bir pratiğin sermaye ile iç içeliğini, bu noktada mimarlığın da bu parsellerden sermayenin alıp satabileceği ürünler üretmek dışına pek çıkamadığını takdir etmek lazım. Örneğin ranta karşı bir duruş gibi görünen korumacılık dahi kısa sürede mülksüzleştirmenin en temel aracı olabiliyor. Kadıköy Yeldeğirmeni Mahallesi’nde özellikle 2010-2015 senesinde yaşanan yoğun restorasyon faaliyetleri esnasında neredeyse tüm yenilenen binaların el değiştirmiş olması üzerine düşünmek gerekiyor. Mekân üretimi tamamen sermayenin elinde iken alt başlık olarak ne yaparsak yapalım dönüp dolaşıp sermayenin hanesine yazılıyor. Buna karşı yürütülen irili ufaklı her direniş çok kıymetli. Kent hareketleri, mahalle dayanışmaları ve karşı karşıya olduğumuz korkunç kira artışlarını ve mekânsızlık sorununu kaçınılmaz bir şekilde gündeme getiren Barınamıyoruz Hareketi ve onlarla başlayan eylemlilikleri bu sorunun kapsamına uygun biçimde hepimizin genişletmesi çok önemli. Bu bir tek hareketin altından kalkabileceği bir sorun olmadığı için solun ajandasında güncel koşullarda bir mekân politikasının nasıl olması gerektiğine dair bir sorunun yer alması artık kaçınılmaz. Bunu yaparken de olabildiğince durumun ciddiyetini gören bir konum ve hatta kendi ezberlerimizi dahi sorgulayan, güncelleyen bir bakış gerekiyor hepimize.
Barınamıyoruz Hareketi eylemleri gösterdi ki hepimizin dibine kadar gelmiş yersiz yurtsuz kalma korkusu. Alt sınıf için mahallesine yıkımın gelmesi, belki doğup büyüdüğü yerden koparılıp sürülmek gibi ihtimaller her sabah çok yakın olan ihtimallerdi. Şu anda çok daha geniş kesimler için yarın evimden atılır ve bir daha bu mahallede ev bulamaz mıyım sorusu geçerli. Bunu bir tür sınıf dayanışması ve siyasetine de çevirmek mümkün. Şu anda sürülmek sadece bir kesimin korkusu değilse hepimizin bu sorunu başka bir biçimde ele alması kaçınılmaz hale gelmiştir belki de.
* Bu yazı şurada yayınlandı: