Devrime Ulaş’mak için yürüyelim!

Ulaş Bardakçı 19 Şubat 1972 Arnavutköy’de bedeni toprağa düştüğünde 25 yaşındaydı. Kuşağındaki çoğu genç gibi erken düşenlerdendi. Ancak onlara dair bir öykü anlatılacaksak eğer hayata dair olmalı. Ve öykünün estetiği sokakta yaratılmalı.

Ulaş’ı anlatacaksak eğer bugünü anlatmamız gerekmektedir ve bugünü yaşamamız. Ulaş’ın geçtiği sokakları arşınlamamız gerekmektedir. Direnişin estetiğini ODTÜ’de polis barikatının karşısında yaratanların arasında Ulaş’ın suretinin beliriverdiği “o an”a not düşmemiz gerekir. Çünkü Ulaş buradadır, aramızda… Çünkü biliriz ki biraz Ulaş gibidir direnişin içinde özgürlüğün yoluna düşen herkes. O’nun yüzünde gördüğümüz bir bireyden ziyade somutlaşmış bir bilincin bugüne olan öfkesidir. Yarına olan inancını gördüğümüz gibi. Ulaş geçmişe ait olduğu kadar bugüne ve geleceğe de aittir. Dolayısıyla kanlı, canlı bir gerçektir. Ama bir o kadar da “kopuktur” hayattan. Sanki 19. Yüzyılın Rus romanlarından fırlamış gelmiş gibidir. Bugünün ilişkilerinden ziyade idealize ettiğimiz birçok düşümüzle özdeşleştiririz onları. O yüzden bu gerçekliğe ait değildir. Sanki…

Ve bugün bencilliğin dünyasında, bu “Gösteri Toplumu”nun ortasında Ulaş yaşıyorsa hala, şüphesiz ki direnişin içinden sesleniyordur bize, bizlere. Cüreti kuşanmanın vaktinin geldiğinden söz ediyordur ona has sakinliğiyle. Özgürlük için yola düşenlerin; yozlaşmış, bürokratik ilişkilerin, kendine yabancılaşmış bir “vaaz edenler” topluluğun kalıbına sığmayacağından söz ediyordur.

“Çatlatmalı bu kabuğu” diye ısrar ediyordur. Çatlatmalı öyleyse.

Ulaş’a dair bir hikâye anlatacaksak eğer… Muhakkak ki özgürlüğün hikâyesidir o… Anımsamalıyız öyleyse Rosa’yı ve “Hareket etmeyenler zincirlerini fark edemezler.” demesini. Bizleri televizyonların ve bilgisayarların karşısında muhalifliğin de gerçeklikten koparak bir temsile hapsedenlerin yarattığı hayattan koparak hareket etmeliyiz. Çünkü gerçek olan reklam panolarında gördüğümüz ışıltılar değil. “Başarı”nın peşinde ofis masalarında kaybolan ve birbirinin üzerine basarak aslında battıkça batan hayatlar değil. Kurtuluş, yeteneklerini pazarlayanlara sattığın televizyon programlarında değil.

Gerçek olan en acımasız haliyle çamurlu sokaklar ve şantiyeler, tersaneler, merdivenaltı atölyelerde yitip giden hayatlar. Her gün belki televizyonda altyazıda geçen, gazetede küçük bir köşede yapılan ve aydan aya istatistikî veri olarak kalan işçi cinayetleri. Gerçek olan gecenin karanlığında canı nereye gitmek istiyorsa oraya gitmesi gereken kadının uğradığı tacizdir ve hayalleriyle birlikte katlinin faili kocanın kollarında yitip giden kadınlardır. Üniversitesine dair hayallerinin kırıldığı için gerçeğe ait olması gerekenin peşinde olan ve bu yüzden cezaevlerinde olan üniversitelilerdir. Anadilini konuşamayan, konuştuğunda “Konuşma ulan!” diye telkin edilen Kürtlerdir. Gerçek olan varoluşunun “ahlaksızlık” kabul edildiği bu memleketin, egemenlerce üretilmiş ve bir kalıba oturtularak dondurulup “Ahlaklı” diye sıfatlandırılan davranışların linç ve cinayet ürettiğidir. Gerçek olan hepimizin kendimizi ifade etmek ve varolmak için çabaladıkça hayatın her alanına yayılmış ve birçok zaman bizzat kendimizin ürettiği iktidarlar altında ezildiğimizdir. Ve ezildikçe biriken öfkemizi kendimiz gibi olana yönelterek iktidar hülyalarında kaybolduğumuzdur.

Bu gerçeklik bize acı verendir ancak kurtuluş Ulaş’tadır. Ulaş’ın yolunda olmak kurtuluştur. Çünkü bugün geçer akçe olanın aksine hala kaldıysa bir yerlerde bahseden insanlar “devrim”den, arkaikleştirildiği ve itibarsızlaştırıldığı bir yerde Ulaş demek, mümkün olan başka türlü bir gerçekliği yaratmayı tahayyül, yaratmaya cüret demektir. Ve bugün “özgürlük bir edimdir”. Ona yaklaşmak için arşınlanan yol bir özgürleşme pratiğidir. Ve bizim Ulaş’ta gördüğümüz özgürleşmenin cüretidir. Tıpkı kuşağı gibi… Tıpkı Mahir’de, İbrahim’de, Deniz’de gördüğümüz gibi. Döneminin yoldaşları Baader, Meinhoff, Carlos Fonseca, Che Guevara gibi… İsimli ve isimsiz tüm kahramanlar da gördüğümüz gibi.