“Görevimizi yaparken kimseye, ne müvekkile ne hakime, hele ne de iktidara tabiyiz. Bizim aşağımızda kişilerin varlığı iddiasında değiliz. Fakat hiçbir hiyerarşik üst de tanımıyoruz. En kıdemsizin en kıdemliden veya isim yapmış olandan farkı yoktur. Avukatlar tarih boyunca köle kullanmadılar ama hiçbir zaman efendileri de olmadı!”
Molierac’ın bu meşhur sözlerini çoğumuz biliriz. Hatta öyle meşhurdur ki bu sözler, Molierac kimdir nedir bilinmese de, hatta bu sözü söyleyip söylemediği de kesin olmamakla beraber çok kullanılır ve bilinir. Özellikle stajyer avukatlara öyle çok söylenir ki bir yerden sonra çalışma hayatının başında mesleğin en temel ilkelerini hatırlatmak için mi söyleniyor yoksa metrobüsle adliye servisi arasında ellerinde dosyalar büroya, adliyeye veya icraya yetişmeye çalışırken ne yaptığını fark etmesin diye mi söyleniyor şüpheye düşersiniz. Tabii ki Molierac’ın bu sözlerini bir çeşit idealden bahseder gibi veya bunların aksi şartlar tesis etmeye çalışanlara karşı etkili bir başkaldırı manifestosunun başlangıcı gibi de okuyabiliriz. Her ihtimalde şu anki durumumuzun Molierac’ın avukatlarından epey uzakta olduğunu kabul etmek zorundayız.
Hal böyle olunca okulunun (uzatmalı) sonunda, mesleğinin başında bir avukat adayı olarak bize bırakılanın –biraz haksızlık etmeyi de göze alarak- bir yıkıntı olduğunu söylemek çok zor değil. Bu yıkıntıya bakınca ne görüyoruz? Bu yıkıntıyla ne yapacağız? İşte bu yazı dizisiyle izleyeceğimiz yol bu sorulardan başlıyor.
Kökleri eski ama kendisi güncel bir meseleyle giriş yapalım. Avukatlık Kanunu’na göre; “Adayın birinci fıkranın (a) bendinde yazılı cezalardan birini gerektiren bir suçtan kovuşturma altında bulunması halinde, avukatlığa alınması isteği hakkındaki kararın bu kovuşturmanın sonuna kadar bekletilmesine karar verilebilir.” Adı geçen fıkrada yazılı olan suçlarda ise neler yok ki; kasten işlenmiş iki yıldan fazla hapis cezası gerektiren suçlardan hırsızlık, rüşvet, güveni kötüye kullanmaya, devletin güvenliğine karşı işlenmiş suçlardan ihaleye fesat karıştırmaya kadar bir torba dolusu suç. Ama işin garipleşmeye başladığı yer henüz burası değil. Bu maddenin ilk fıkrasına göre adı anılan bu suçlardan mahkum olmuş olanlar avukatlığa kabul edilmiyor, ruhsat alamıyorlar. Aynı maddenin meşhur üçüncü fıkrasına göre ise bu suçlardan herhangi birinden yargılananların da avukatlık ruhsatı davanın bitimine kadar ertelenebiliyor.
İlk bakışta zamandan kaybettirip enerjiden kazandıran basit ve masum bir düzenleme gibi görünen bu maddeyi bir de şöyle açıklayalım; öğrenciyken bir eylemde gözaltına alınıyorsunuz, hakkınızda örgüt üyeliğinden dava açılıyor, dava sürüyor o arada stajınızı tamamlıyorsunuz, dava sürüyor ruhsatınız bekletiliyor, dava sürüyor yılda iki-üç kez mahkeme huzuruna çıkıyorsunuz, dava sürüyor, yıllar geçiyor, dava sürüyor… Sonra bir gün beraat ediyorsunuz! Arada masumiyet karinesine ne oldu? Suçluluğu kanıtlanmamış insanların herhangi bir biçimde cezalandırılmasını önlemek amacıyla ortaya çıkmış en temel hukuk ilkelerinden biri masumiyet karinesi. Ama memlekette son dönemde gördüğümüz genel yargılama usulü tutukluluk olunca bu ilke çoktan çöpe gitmişti bile, buna da alışmadık ama o kadar çok gördük ki sıradanlaştı. Şimdi bir de karşımıza stajyer avukatlarda bu maddeyle başka alanlarda güvenlik soruşturmalarıyla veya daha birkaç ay öncesine kadar OHAL KHK’leriyle çıkan bu uygulamayla siyasal iktidarın “Terbiye olana kadar zindanda tutun” emrinden sonra “Yetmez, aç da bırakın” emrini verdiği görülebiliyor. Bizim buna cevabımız pek çok açıdan çok net ama haydi en şiirsel ifadesiyle söyleyelim: “Çünkü açlık çoğunluktadır/Ve ezecektir gücüyle dünyayı”
Arada geçen yıllar ne olacak? Bu soruyu kanun maddesine ya da hukuk fakültesinde çok sık kullanıldığı gibi “kanun koyucuya” soruyormuşuz gibi oluyor ama netleştirmekte fayda görüyoruz: Bu sorunun muhatabı; öyle soyut bir makam-mevki-madde değil, doğrudan doğruya baskısını en temel ve meşru talepler üzerinde bile ölçüsüzce büyüten siyasal iktidardır. Barolar da bu uygulamaya boyun eğdiği ölçüde hem bu suçun ortağı hem de sorunun muhatabıdır.
Meşhur Molierac’tan bu sefer pek de meşhur olmayan şu sözlerle devam edelim:
“Eğer Baro bu istiklâl üzerinde daima mukaddes bir hakkı talep edercesine durduysa, bu; istiklalin yalnız ona değil, fakat herkese ait olmasından, bütün insan haklarının gelip müdafaa haklarında toplanmasındandır. Bütün hürriyetler, bütün haklar ihlâl edilebilir; o zaman onlar da müdafaa edilmeye muhtaç olabilirler.”
Bizim suç ortağı barodaki işleyişe dönelim. Stajyer avukatlar, yasal stajı tamamladıktan sonra avukatlık ruhsatını almak için Baro’ya başvuruyor. Baro, oy çokluğuyla stajyer avukatın ruhsatını verirse artık ne hakime ne de iktidara tabi bir hukukçu oluyor.
Ancak bazen durum Stajyer Avukat Mükerrem Karakurt’un durumunda olduğu gibi farklı işliyor. Mükerrem Karakurt, “devam eden kovuşturması olduğu” gerekçesiyle avukatlık ruhsatı “bekletilenerden” biri. Ama tabiri caizse ilk aşamayı geçiyor Mükerrem. Yani ilk değerlendirmede Baro, Mükerrem’in avukatlık ruhsatının bekletilmesine gerek görmüyor, avukatlık yapabileceğini söylüyor. Sonra dosya Adalet Bakanlığı’na gidiyor ve zaman geçmeye başlıyor. Mükerrem Karakurt’un da katıldığı “Avukatlık Kanunu Madde 5/3 kaldırılsın, ruhsat gaspına son verilsin, avukatlık yapmak istiyoruz!” talepleriyle ÇHD Öğrenci Komisyonu tarafından düzenlenen basın toplantısında anlatılana göre; henüz hiçbir suçtan mahkumiyeti bulunmayan Mükerrem Karakurt’un dosyası Adalet Bakanlığı’nda bir hukuk müşavirinin söylediği üzere “işlemediği suç kalmadığı”ndan uzun süre bekletiliyor. En sonunda da Adalet Bakanlığı’ndan karar çıkıyor; ruhsatın bekletilmesine!
Bu noktada Türkiye Barolar Birliği’nin yapabileceği bir şey var: “Biz kararımızı doğru verdik arkadaş, başkanımız Metin Feyzioğlu’nun daha önce ifade ettiği gibi Adalet Bakanlığı değil, siyaset yapan bir bakanlıkla karşı karşıyayız. Kararımızda direniyoruz!” diyebilirdi. Mükerrem bu durumda ruhsatını alabilecekti. Böylece yarı devletlû bir meslek örgütü olarak en genç üyelerinden birinin yıllarca biriktirdiği emeğini ve kendi meslek onurunu korumaya başlayabilirdi. (Hoş, Metin Feyzioğlu’nun siyaset yapmayan, o, bu, şu isteği gibi kendisini de siyaset üstü konumlandırması en hafif tabiriyle komik oluyor; haydi hiçbir şeyden haberin yok, okulda hukuk felsefesi veya hukuk siyaseti dersi de mi almamış? Kendisine bu noktada hiç değilse vazifesini edindiği gibi Türkiye Barolar Birliği başkanı olarak mesleğimizi korumak için yaptıkları ve özellikle de yapmadıklarının siyasete dahil olduğunu genç, müstakbel bir meslektaşı olarak hatırlatmak zorundayım)
Öyle olmadı. Daha önce avukatlık yapmaya uygun bulduğu Mükerrem’in dosyasına bir kez daha baktı ve Adalet Bakanlığı’nın şerhini görünce oybirliği ile bekletme kararına boyun eğdi. Demek ki Adalet Bakanlığı’nın fiillerine direnmek, onu alaycı ve üstü kapalı sözlerle iğnelemekten biraz daha zormuş! Bu zorluk aralığındaki boşluğa kaç tane stajyer avukatın mesleğinin (başka bir deyişle çalışma hakkının) düşmesi gerekiyor bu zorbalığı, ruhsat gaspını durdurmak için?
Molierac’ın Baro’sunda bütün hürriyetlerin, bütün hakların ihlal edilme ihtimaline karşı gelip dayandığı nokta olan müdafaa hakkı bizim barolarda savunulmuyor. Böyle baronun başkanlığına da tabii ki hem hakimin kovuşturmasına hem de iktidarın uygulamalarına tabi bir başkan yakışırdı. Ama bu baroların; inatla, ısrarla, umutla, dirençle yoksulların, işçilerin, emekçilerin, ezilenlerin davalarını alan, onları savunan, onlarla birlikte yargılayan avukatların, (sonraki yazılarda konu edeceğimiz) asgari ücretin yarısından azına, hatta ücret ödemeden geç saatlere kadar çalıştırılan stajyer avukatların hem okuyup hem çalışan, amfide duyduğunu bile sokakta söylese gözaltına alınan hukuk öğrencilerinin barosu olmayacağı çok açık.
Bu yazılar boyunca devasını arayacağımız temel derdimiz; yani bize ne lazım? Devrimci avukatlık geleneğini aşarak sürdüren, adaleti bulutların üstündeki hukukun egemenliğinden kurtarıp halkın bol, pişkin, verimli ekmeğinin yanına koyan, sokakta ve fabrikada direnen, direndiğini mahkemede savunan stajyer avukatlara, avukatlara ihtiyacımız var. Hukukun “neliğini” tartışacak, fakültesinden başlayarak adaleti örgütleyecek, adalet talebini öncü bir güç olarak meydanlara taşıyacak, (daha önce referandum döneminde Hukuk Öğrencileri Meclisi’nin yaptığı gibi) sokak sokak, mahalle mahalle insanlarla konuşacak hukuk öğrencilerine ihtiyacımız var. Bütün bunları koruyacak, geliştirecek, ileriye taşıyacak, meslek örgütünün sınırlarını aşan, haksızlığa uğrayanların kapısını çalacağı, hukuku ve hukuki mücadeleyi hukuk dışı olanla birlikte anlayıp uygulayan, disiplinli, organize, uzlaşmaz bir hukuk örgütüne ihtiyacımız var.