Geçtiğimiz yıl 12 Aralık’ta, Barınamıyoruz Hareketi’nin çağrısıyla Ankara’da düzenelenecek olan miting öncesinde 100’e yakın genç gözaltına alınmıştık. Bu mitinge İstanbul’dan gelen araçta bulunan gençlerin yargılandığın davanın ilk duruşması 23 Kasım 2022’de Ankara 15. Asliye Ceza Mahkemesi’nde görüldü.
Davada barınma hakkının ne olduğunu, bugün öğrencilerin hangi koşullarda yaşamaya zorlandığını, kardeşlerimiz Enes Kara ve Mehmet Sami Tuğrul başta olmak üzere gençlerin ölümüne sebep olan ablukayı, Barınamıyoruz Hareketi’nin ne amaçla neler yaptığını, 2911’e muhalefet suçlamasının nasıl gençler üzerinde bir sopaya dönüştürüldüğünü ve geçtiğimiz yıl Ulus Meydanı’nda anlatmamızın engellendiği her şeyi anlattık.
Dava 22 Mart 2023’e ertelendi. Yapılan savunmaları “Ankara’yla hesabımız kapanmadı. Yine görüşeceğiz.” diyerek paylaşıyoruz.
Arda Yüksel: “Biz yine yollarda buluşuruz, Ankara’yla bozuşuruz!”
Bizler bu mahkemede, sadece barınma hakkı için mücadele eden üniversite öğrencileri veya sadece gençlik olarak bulunmuyoruz. Barınma krizinden bizler kadar etkilenen emekçi ailelerin çocukları olarak, onlar adına da burada bulunuyoruz. Yaratılan yeni yoksulluk alanlarındaki ve bu coğrafyanın tarihi boyunca yoksullaştırılmışları adına da buradayız. Burada “yargılanan” barınma hakkı mücadelemiz, buradakilerin barınma hakkından ibaret değildir. Milyonlarca gencin, emekçi ve yoksul halkın barınma hakkıdır. Bizleri Ankara’ya ve bu mahkemeye getiren süreçte de, tam şu anda bu salonda da o milyonların izleri vardır.
Geçtiğimiz sene İstanbul’da belediye ve valilik işbirliğiyle, şirket rantları için atık kağıt işçilerine yönelik baskılar yükselmişti. Çoğu atık kağıt işçisinin barınma alanı olan depolar basılmış, kapatılmış, hatta bazıları kundaklanmıştı. İşçiler bu sürece örgütlü ve kararlı şekilde direndiler. Bizler de o süreçte onların barınma hakkı mücadelesinin yanındaydık, onlar da bizim yanımızdaydı. Parklarda kalmıştık, kağıt depolarında da kaldık. Hatay’da zorla evlerinden edilmeye çalışılan Özerli Mahallesi halkının yanındaydık. İstanbul, Okmeydanı’nda Fetihtepe ve Tozkoparan mahallelerinde karşımızda yine bir barınma hakkı gaspı ve başka bir belediye başkanıyla aynı vali vardı. Rant uğruna suyu, elektriği, doğalgazı kesilerek yuvalarından vazgeçirilmeye çalışılan mahalle halkının yanındaydık. Evleri ve yaşam koşulları zaten kötü olan bu yoksul mahallelerde, bir şekilde var olan da elinden alınıp mülksüzleştirilen yoksulların yanındaydık. Tokatköy’de, Tarlabaşı’nda ve birçok yerde “kentsel dönüşüm” adı altında barınma hakkı elinden alınan bütün yoksulların da mahkemesinde olduğumuzu hatırlamamız için anlatıyorum bunları. Bizi o gün Ankara sınırında işkenceyle gözaltına alan polisle, kağıtçının deposunu basan polisin, Fetihtepe’de halkı evinden gözaltına alarak çıkartan polisin aynı polis olduğunu hatırlatmak için anlatıyorum bunları. Anlatıyorum ki onlara direnen biz gençlerin, o işçilerin ve o yoksulların safının birliğini hatırlayalım. Bu mahkemedeki sanıkların aslında milyonlar olduğunu hatırlayalım.
Şimdi Ankara’ya olan bu yolculuğumuzun yasallığını bu mahkememe tartışacak. Ancak meşruluğumuz sorgulanamaz. Biz, bu anlattıklarımdan ve barınamayan milyonlardan meşruluğumuzu çoktan alıp çıkmıştık o yola. Dolayısıyla bu yolculuğun yargılanacak bir tarafı varsa o da ancak etkisizliğimiz olabilir. Bu yolculuğumuzu ancak yetişemediğimiz Enes Kara, evlerini yıkılmaktan kurtaramadığımız yoksul halk hakikatle yargılayabilir. Bizim Ankara’ya yolculuğumuz, aslında eyleme geçmiş bir metafor olarak okunabilir. Bu yolculuk barınamayan gençlerin, barınamayan emekçilerin ve yoksulların kendi iktidarlarına doğru giden bir yolculuğun içindeki, çok ufak da olsa bir başka yolculuk hikayesidir. Görüldüğü üzere bizim bütünleşen bir hikayemiz var. Bu hikayeden doğan bir davamız ve bu davadan doğan Hatay’a, Ankara’ya, bu mahkemeye yolculuklarımız var. Polisler ve mahkemeler bizi ancak gittiğimiz yerde bekleyebilirler. Çünkü, davası olmayanın gerçek bir yolu ve yolculuğu olmaz.
Sözlerimi Ankara’yla olan hesabımız üzerinden bitiriyorum. Bu coğrafyada, iş cinayetlerinde, kendisi veya çocukları barınabilsin diye çalışan her sene ortalama 3000 işçi katlediliyorken bizim Ankara’yla hesabımız kapanmış değildir. Gençler, barınamadığı bir geleceğe mahkum edilmeye çalışılırken, yoksulların evleri yıkılıyorken bizim Ankara’yla hesabımız kapanmış değildir. Ama kimse merak etmesin. Biz yine yollarda buluşuruz, Ankara’yla bozuşuruz!
Batuhan Berk Duran: “Bugün gençler sorun yaşadıkları zaman Gençlik ve Spor Bakanlığı’ndan önce Barınamıyoruz Hareketi’ne ulaşıyor. Bu gurur bizim.”
Toplumun tamamında karşılık bulmuş bunca işi yapmanın bir karşılığı olacaktı elbet. Ankara girişinde şehre girişimizin yasaklandığı iddiasıyla engellenerek gözaltına alınmamız bu karşılıklardan yalnızca biriydi. Şimdi neler yaşadığımızı anlatayım.
Parklarda yatmaya başladığımız ilk geceden itibaren Türkiye’nin gözü kulağı bizdeydi çünkü ülkenin kan ağladığı bir problemi etkili bir biçimle gün yüzüne çıkarmıştık. Belki herkes kendi ilçesine-mahallesine has bir sorun zannediyordu ve bunun kendi bireysel sorunu olduğunu düşünüyordu fakat parklarda bizleri gören milyonlar meselenin toplumsallığını gördü, barınamayanlar birbirini gördü.
Gözlemim o ki bir süre kararsızlık yaşadılar ne yapacaklarına dair. Yani parkta sadece yatan gençlere ne yapabilirsiniz ki? Sonra parklarda oturan, yatan arkadaşlarımızı gözaltına almak gibi dahiyane bir çözüm buldular. Bildiğiniz Moda’da İzmir’de parkta herkes gibi oturan insanları gözaltına aldılar. Tabii 10 milyon gencin hatta tüm ülkenin barınma problemi, sorunu temsilen parkta yatanlara iki gece gözaltı yapınca çözülmedi.
Dedim ya Türkiye’nin gözü kulağı bizde. Cumhurbaşkanı, Soylu ve Bahçeli açıklamalar yaptılar:
“Bunun altını çizerek özellikle vurgulamak istiyorum son zamanlarda bazı park bahçe, buralardaki bankların üzerinde yatanlar, şunu açık ve net söylüyorum bunların bir kısmının öğrencilikle alakası yok bunlar kendilerine göre güya sözde öğrenci, bunlar aynen gezi parkı olayı neyse bunun bir başka versiyonudur.” dedi Erdoğan. Bahçeli de “Yurt bahanesiyle eylem yapanlar terörle bağlantılıdır.” dedi.
Şu “sözde öğrencilik” meselesi… Yani bizim öğrenci olup olmadığımızı tartışıyor ama kendisine milyonlarca insan diploma sorunca cevap vermiyor. Bizim aramızda KYK yurtlarına yerleşememiş, tarikat yurtlarına mecbur edilmek istemeyen öğrenciler de vardı artan kiralar yüzünden ev bulamayan gençler de vardı. Hatta çoluk çocuğuyla yaşamak için uygun ev bulamayan insanlar “Biz de sizle parklarda yatalım, sorun sadece öğrencilerin değil” diyorlardı. Nitekim bütün ülke meseleyi sahiplendi.
E şimdi çok mu tuhaf ses getirmemiz? Ülkede ev sahibi-kiracı birbirine girmiş, kira davaları patlamış durumda. Eve çıkamayanlar, evinden atılanlar… Güç bela tutunup yıllardır yaşadıkları mahalleleri rant uğruna yıkılanlar… Gördüğümüz üzere sadece öğrenciler-gençler değil bir sınıf barınamıyor. Sit alanına mahkeme kararına rağmen saray yapamadığımız için barınamıyoruzdur belki, bilmiyorum.
Biz parkta yatınca doğmadı bu sorunlar. Biz bu sorunları parkta yatarak toplumsallaştırdık sadece. Toplumsallaştırmak demişken: Gezi vurgusu… İktidarın varlık yokluk savaşı haline gelmiş bir olayı bizim barınma sorununu ortaya koymak için yaptıklarımıza yakıştırması da meselenin etkisini ortaya koymak için benim yaptığım açıklamalardan daha etkili olmuştur herhalde.
Devam edelim. Bu sefer Süleyman Soylu girdi devreye. Çareyi buldu. Yine hiç denenmemiş bir metod. Parkta yatanların şu kadarı şu örgüte bu kadarı bu örgüte üye dedi. Hatta ne alakaysa 4 kişi de “onu çok seven LGBTli”ymiş, öyle dedi. Sevildiğini nerden çıkardı bilmiyoruz ama daha önce söylemiştik. Gençler sizden nefret ediyor.
Savunmamı hazırlarken kendisinin açıklamasını gördüm. Terör eskisi kadar gündem değilmiş. Barınma sorununa dikkat çekmek için parkta yatanlar dahil herkesi terörist ilan edince doğal olarak terör diye bir gündem kalmadı Soylu için. Şunu da sormadan geçmeyelim: Velev ki barınamıyoruz diyenler gerçekten teröristler. Barınma sorunu ortadan mı kalkıyor? Milyonlarca insan sahiplendi bu meseleyi. Bir ülkede bu kadar çok terörist olabilir mi? Hani toplam 100 tane terörist kalmıştı Türkiye’de?
Gelelim 12 Aralık’a. Tüm bu yaşananların ardından, tam da mecliste bütçe görüşmelerinde Gençlik ve Spor Bakanlığı bütçesinin tartışıldığı günlere denk gelecek şekilde Ankara’da bir açıklama yapmak istedik. Ulus Meydanı’na hem Ankara’dan hem de bizim gibi farklı şehirlerden gençlerin gelip kendi sözünü söylediği bir organizasyon olacaktı bu. Ankara girişinde, otoyolun kenarında, geceden yolları tutan polisler tarafından durdurulduk. Bize şehre giremeyeceğimizi söylediler ve devamında otoyolun kenarında darp edilerek ters kelepçe işkencesiyle gözaltına alındık. Ankara’ya geldiğimiz otobüsleri gözaltına aldılar, gözaltı aracı yaptılar. Bizim tuttuğumuz otobüslerden bahsediyorum. Mecliste tartışma çıktı. Mahir Ünal, İzmir’den gelirken bizim gibi gözaltına alınan arkadaşlarımızın yolu kapattığını ve kendi tuttukları aracın şoförünü dövdüklerini iddia etti. Aynı gün şoförler yalanladılar. Nitekim kovuşturmaya dahi yer olmadığına dair kararlar geldi İzmir’den.
Benim savunmam bitmek üzere, ama yaşadıklarımız bitti mi? Bitmedi. Ankara’da ve Ankara girişinde gözaltına alınan gençler içinde yurtta kalanlar yurdundan atılmaya çalışıldı. Yurt müdürleri tarafından korkutulmaya çalışıldı. Hepsini takip ettik. Yurt müdürlerini de öğrencileri tehdit etmemeleri konusunda uyarmış olayım. Kraldan çok kralcı olmasınlar, sakin olsunlar. Öğrenim kredisi alanların kredisi kesildi. Burs alanların hem bursu kesildi hem de geçmişte almış oldukları burslar krediye çevrildi yani onları da geri ödemeleri istendi. Üniversitelerde soruşturmalar başlatıldı.
Bir kısmı burada olan ve burada olmayan arkadaşlarımın karşılaştığı bu büyük saldırı karşısında onların avukatlığını da yaptığım için gururla söylüyorum ki hep birlikte bu saldırıyı da püskürttük. Arkadaşlarımız burslarını geri aldılar. Üniversitelere ceza verdirtmedik. Ceza vermeye kalktılar iptal ettirdik. Gençleri bu saldırıyla sindirmeye çalışıyorlardı, şimdi koca bir gençlik hayatları üzerinde rahat rahat tepinilemeyeceğini bir de mahkemelerde göstermiş oldu.
Bugün gençler sorun yaşadıkları zaman Gençlik ve Spor Bakanlığı’ndan önce Barınamıyoruz Hareketi’ne ulaşıyor. Bu gurur bizim diyorum, anayasal-demokratik hakkımı kullanmama dahi izin verilmeden darp edilip işkenceyle gözaltına alınmama rağmen bana açılmış olan davada beraatimi talep ediyorum.
Candeniz Aksu: “Bu davanın KYK yurdunda zehirlenen, yatağında yılan sokan, böceklerle yaşayan, dolabından fare çıkan, kanalizasyon suyu dolu koridorlarda yürüyen öğrencilerin ve öğrencilerin yanında olanların nezdinde bir geçerliliği yoktur.”
Bugün, Gençlik ve Spor Bakanlığı’nın açıklamalarından bildiğimiz kadarıyla Türkiye’de KYK yurtlarının 800.000 kişilik kapasitesi var. Herkese barınma imkanı sağladığı iddia edilen KYK yurtlarında, yüzlerce binlerce yedek sırası her sene yıl sonuna kadar devam ediyor.
Bu ülkede öğrenciler KYK yurduna yerleştiğinde kendini şanslı atfederken, KYK yurtlarına geldiklerinde karşılaştıkları manzaralarla, en küçüğünden en büyüğüne, koridorun pis olmasından yatağında yılan ısırmasına kadar karşılaştıkları sorunlar karşısında çok aşikar bir durum ortaya çıkıyor: Devletin öğrencilerin bir kısmına 4 duvar 1 çatı sağlaması, barınma hakkını sağlamak ve korumak demek değil, dahası Türkiye’de öğrencilerin nitelikli barınma hakkına sahip çıkan, bu hakkı koruyan gözeten 1 adet bile örnek KYK yurdu bulunmuyor.
Hangi KYK yurduna dokunsak bin ah işitiyor, kısa bir göz gezdirme ile bile onlarca sorunla karşılaşıyoruz. 2022-2023 eğitim öğretim yılının başında odalarda ranza sistemine geçilerek 3 kişilik odalar 6 kişiliğe, 4 kişilik odalar 8 kişiliğe çıkarılıp sözde bir kapasite artırımı gerçekleştirildi. Kapasite artırımı ile sonradan eklenen öğrencilere bir dolap, bir komodin bile sağlanmadı. Sağlık yetkilileri pandemi bitmedi açıklamaları yaparken öğrenciler balık istifi odalarda, ranzalardan dolayı açılamayan pencereleriyle odalarını havalandırmaya çalışıp, kanalizasyon sularının yüzdüğü çamaşırhanelerde kıyafetlerini temizlemeye, sıcak su akmayan duşlarda duş almaya çalıştılar, çalışıyorlar.
Yurt yemekhaneleri değil besin değeri yüksek, dolu porsiyonlar sağlamak kılsız böceksiz yemek bile çıkartamaz durumda. Bizim Ankara’ya “Bütçe görüşmelerinde gençleri yok sayarak, gençlerin sorunları yokmuşcasına karar alınamaz’’ diyerek gelişimizin üzerinden geçen süre zarfında toplamda 500’den fazla öğrenci kaldığı yurdun yemekhanesinden zehirlendi. Arkadaşlarımız ambulansla hastaneye kaldırılırken dahi toplu zehirlenme durumları yurt yetkilileri ve il KYK müdürleri tarafından defalarca reddedildi, öğrenciler bu haberleri yaymaları durumunda yurttan atılmakla tehdit edildi.
Öğrencilerin kıl, böcek, taş çıkmayan, çiğ olmayan, yediğinde zehirlenmediği bir yemek gördüğünde sevinir hale getirildiği bu dönemde sıkıntı, öğrencilerin sorunlarını onları sorunları dile getirdiğinde yurttan atmakla çözeceğini sanan zihniyetten başka bir şey değil.
Bugün yeni KYK yurt yönetmeliğiyle, izin günlerinin 75’ten 30’a düşürülmesiyle KYK yurtları adeta bir modern hapishaneye çevrilmiş durumda. Yeni yönetmelikle birlikte yurt yönetimi herhangi bir itiraz, bir hak arama durumunda öğrencileri kapı dışarı etmek için fırsat kovalamakta.
Barınma hakkı, en temel biçimiyle güvenli, ödenebilir, ulaşılabilir, insani yaşam standartlarına uygun, deprem ve benzeri afetlere karşı dayanıklı ve aynı zamanda asgari yaşamsal (elektrik, su, doğalgaz, internet) hizmetleri de içeren temel bir insan hakkı olarak tanımlanıyor. Onlarca uluslararası sözleşmeyi bir kenara koyalım; en yakında Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın çeşitli maddelerinden bu hakla ilgili referanslar veriliyor, devletin yükümlülükleri ayrıntılandırılıyor. Fakat devlet bütün sorumluluğu kendine ait olan KYK yurtlarında dahi bu yükümlülüklerini yerine getirmeyi bir yana bırakalım yükümlülüklerini hatırlatan öğrencileri yurtlardan atıp, yurtlardan atılan akranlarına omuz verenleri, Türkiye Cumhuriyeti devletine yükümlülüğünü hatırlatan öğrencileri ülkenin başkentine sokmayarak otobanda gözaltına alıp yetmez gibi bu öğrencilere dava açtı. Bu davanın KYK yurdunda zehirlenen, yatağında yılan sokan, böceklerle yaşayan, dolabından fare çıkan, kanalizasyon suyu dolu koridorlarda yürüyen öğrencilerin ve öğrencilerin yanında olanların nezdinde bir geçerliliği yoktur.
Çağla Güzel: “Barınamayan bir öğrenci olarak benim derdimi dile getirdiği için şiddet gören arkadaşlarıma bir borcum olduğunu düşündüm.”
İTÜ’de okuyorum. Ben bu ülkenin aydın geleceğiyim. 3 yıldır barınamıyorum. Üniversitem İTÜ’de bunu eleştirmek için arkadaşlarımla pankart astık. Polis okulu bastı, arkadaşlarım şiddet gördü. Ardından Barınamıyoruz Hareketi’ni gördüm ve katılmak istedim. Çünkü benim barınamayan bir öğrenci olarak benim derdimi dile getirdiği için şiddet gören arkadaşlarıma bir borcum olduğunu düşündüm. Barınamıyoruz Hareketi’yle Ankara’ya doğru yola çıktığımızdaysa yine önümüz kesildi. Yolda hiçbir sebep yokken bizi şehre almayacaklarını söylediler. Kolluk kuvvetleri tarafından şiddet gördük. Barınamayan bizlere gözaltı ve bu dava reva görüldü.
Ezgi Ertürk: “Her 700 öğrenciden 1’inin en az bir tane 2911’e muhafeletten dosyası var. Bunu normal kabul etmiyorum.”
Bildiğiniz üzere her yıl yılın yaklaşık bu zamanlarında, Aralık ayının başında bir sonraki yılın bütçe taslağı Meclise gelir ve içinde gençleri ilgilendiren bütün kalemler de bu birkaç haftalık bütçe görüşmeleri sırasında konuşulur.
İşte biz Barınamıyoruz Hareketi olarak, geçen yıl 12 Aralık’ta, mecliste eğitim ve gençlik bütçelerinin tartışılacağı gün gençlerin başta barınma sorunu olmak üzere gerçeğini ve geleceksizliğini anlatmaya, buraya meclisin olduğu şehire gelip Ulus Meydanı’nda bir basın açıklaması yapmak istedik.
Ne yaşadığımızı çok uzatmayacağım. Herkes anlattı, siz de sonunu biliyorsunuz. İzmir’den ve İstanbul’dan, Ankara’daki diğer üniversite öğrencisi arkadaşlarımızla buluşmak üzere çıktığımız yolda Ankara’ya yaklaşık 20 km kala otobanda yolumuz iki ayrı noktadan kesildi. Otobanın iki ayrı noktasında ve Ankara merkezinde, toplam 4 ayrı noktada yaklaşık 100 genç, 100 üniversite öğrencisi daha önce defalarca eylem, basın açıklaması ve miting yapılan ve polis saldırmadığı sürece tek bir kişinin dahi kılına zarar gelmeyen Ulus Meydanı’nda basın açıklaması yapmak istediğimiz için darp edilerek, yerlerde sürüklenerek, polis otobüslerine fırlatılarak gözaltına alındık.
O gün 16 saat gözaltında aldık. Biz Ankara’ya girmeyelim diye gösterilen yüksek çaba bunlardan da ibaret değil. Sonradan öğrendik ki bizim sabah 9’da varacağımız yerde gece 4’ten beri onlarca polis bekliyormuş hatta hangi yoldan Ankara’ya gireceğimiz belli olmadığı için Ankara’ya girilen bütün yollar tutulmuş. 100 genci polis otobüslerine sığdıramakları için son gözaltına alınan arkadaşları bizim tutttuğumuz otobüs ve soförlerimizle beraber gözaltına almışlar.
Yani biz, Ankara’ya henüz adım atamadan, sonuç itibari ile sırf ankaraya gidiyoruz diye gözaltına alındık. Seyahat özgürlüğünün ihlali bir tarafa, ya biz son dakika karar değiştirdik bu yoldan Tokat’a gidiyoruz desek ve bu gerçek dahi olsa bizi dinleyemeyeceklerdi.
Hatta daha komik bir ayrıntı vereyim. Bizi yüzlerce polisle, polis arabalarında kelepçeli şekilde, ifade vermek için bile Ankara’ya sokmadılar. Ankara’nın il sınırı üzerinde, bozkırların arasından bir saat yol giderek, Ankara şehir merkezine tam 55 km uzaklıktaki Kahramankazan Emniyeti’nde ifade verdik biz. Serbest bırakıldığımızda da Ankara içinde mola dahi vermeyelim diye neredeyse Bolu’ya kadar yine Ankara emniyeti tarafından takip edildik.
Şimdi bütün bunlar size mantıklı geliyor mu bilmiyorum, 100 tane genç “Barınamıyoruz” diyerek basın açıklaması yapmasın diye devletin, valiliği ile yüzlerce polisi, arabası, saatlerce süren hazırlığını biz normal bulmuyoruz. Şimdi belki basit bir 2911 sayılı kanuna muhalefetten yargılanırken neden talimat duruşmalarında değil de yine bir sürü zaman ve uğraş ile buraya geldiğimizi anlayabilirsiniz.
Çünkü bize devletin garantörü olması gereken en temel anayasal hakkımızı kullandırtmadılar. Çok yüksek ve yoğun bir çaba ile bir tane basın açıklaması dahi yaptırmadılar. Şimdi de kulladırmadıkları hakkın kanun numarasına muhafetten dosya açtılar. Ve bizi Ankara’ya almayanlar, bu dava ile birlikte asla girmemizi istemedikleri bu şehre resmi yolla davet etmiş oldular.
Biz de, hem sizin hem bizim, hepimizin zamanından çalmak pahasına bu fırsatı kullanıyoruz. Burada geçen sene Ulus Meydanı’nda anlatamadıklarımızı anlatıyoruz. Üniversite öğrencileri, bu ülkenin yoksul gençleri, rezil bir geleceğe mahkum olmasın diye nasıl çabaladığımızı burada söyleme fırsatı buluyoruz.
Şimdi de Toplantı ve gösteri yürüyüşleri kanununda yazılı haklarımızı kullanmak istediğimiz için aynı kanuna muhalefetten, ülkenin öğrencileri için kolay bir yargılama sopası haline gelmiş 2911’den yargılanıyoruz. Bu söylediğimi hakikaten ajitasyon olsun diye söylemiyorum. Bu ülkede son iki yılda 5 bine yakın öğrenci gözaltına alındı ve bu suçtan yargılanıyor. Yani her 700 öğrenciden 1’inin en az bir tane 2911’e muhafeletten dosyası var demek bu. Bu suç oranı normal olabilir mi, açıkcası ben bunu da normal bulmuyorum. Artık kendi evimizin balkonuna çıkıp herhangi bir şeyle omuz omuza diye slogan atsak bu suçla yargılandığımız bir noktadayız.
Geçtiğimiz yıl Boğaziçi direnişi sırasında çoğu beraatle sonuçlanan, nitelikli hali olmadığı sürece bir kısmı, o da çok az bir kısmı 2 yıl altı tutuk yasağı kapsamında hüküm alınan bu suçtan tutuklanan öğrenci arkadaşlarımız oldu. Evi, her gün gittiği üniversitesi belli onlarca öğrencinin sabaha karşı koçbaşı ile evleri basıldı. Daha bir yıl geçmedi beraat kararları gelmeye başladı bile.
Yani şu an yargılandığımız bu madde, devletin yargılama ve nihayetinde ceza almak tehdidiyle üniversite öğrencilerini terbiye etmek istediği, bu amaçla yaygın kullandığı, gençler arasındaki en popüler suç maddesi oldu. İstenilmeyen seslerin, istenilmeyen eylemlerin yapılmamasının bahanesi, uydurma suçların kanun kılıfı haline dönüşmüş durumda.
Yani biz elbette suç işlemedik. Bize yapılanların, yediğimiz dayakların, gözaltında yaşadıklarımızın, dayanaksızca eylemizi yasaklayan valillik yasağının buraya konu olması gerekirken üstüne yine biz burdayız.
Ve son olarak size Anayasal demokratik hakkımı kullanmak istediğimi söylemek isterdim. Ama biz, başbakanının “canlı bombacıları tanıyoruz ama eylemini gerçekleştirmeden tutuklayamayız” denilen bir ülkede, basın açıklaması yapmaya giderken yoldan, otobandan, henüz seyahat halindeyken gözaltına alındık. Yani maalesef sadece anayasal demokratik hakkımızı kullanmaya teşebbüs edebildik. Daha da uzun yıllar, bu ülkenin gençlerinin gerçekten bir geleceği olsun diye her yoldan teşebbüste bulunmaya devam edeceğiz.
Hasan Doğan: “Beraat talep edilecek bir şey bile görmüyorum”
Barınamıyoruz Hareketi’nin içinde olan öğrenciler olarak farklı lokasyonlarda gerçekleşen 8 günlük nöbetlerin ardından Ankara’ya yola çıktık. Yolculuk esnasında herhangi bir eylem başlamadan, valilik yasağı geldi. Kararı görmedim ve tanımıyorum. Polis işkencesiyle gözaltına alındık. 1 polisin ifade aldığı yerde 90 gözaltı 18 saat gözaltında tutulduk. Bu iş bilmezlikten başka bir şey değildir. Ben ortada beraat talep edilcek bir şey bile görmüyorum.
Kemal Yılmaz: “Sen yoksulsan ya terörist ilan edilirsin ya 18 saat gözaltında tutulursun”
Milyonlarca yoksulun sorununu dile getirmek için parklarda yattık. Gençliğin taleplerini Ankara’da basın açıklamasında anlatmak için gelmek istedik. Ankara’ya gelmeden dahi gözaltına alındık. Sen yoksulsan ya terörist ilan edilirsin ya karakolda 18 saat gözaltına alınırsın ama Ankara’ya giremezsin. Beraatimi talep dahi etmiyorum, çünkü ortada doğru düzgün bir suçlama bile yok.
İlayda Gökçer: “Bizlerin mücadelesi onurlu bir yaşam içindir”
Devletin üniversite öğrencilerine layık gördüğü burs ücreti 850 lira. Devlete ait olan yurtların ücretleri ise 250 ila 450 lira arasında değişiyor. Sadece bu iki fiyatı bile karşılaştırdığımızda alınan bursun yetersizliği ortaya çıkıyor. 850 lira Türkiye’nin hiçbir şehrinde bir öğrencinin geçinebilmesi için yeterli bir ücret değil. Yurtların kapasiteleri yetersiz. Yurtlara yerleşemeyen öğrenciler ev kiralamak zorunda kalıyor. Kira artışları ortada. Öğrenci kalabilmek için çalışmak zorunda kalıyoruz. Çalışırken sömürülüyoruz, yine geçinemiyoruz, yine barınamıyoruz. Öğrenci olarak da, işçi olarak da insanca yaşayamıyoruz. Bu kadere mahkum edilen milyonlarca öğrenci ve emekçinin sesi olmak için Ankara’ya geldik.
Sadece öğrencisi olduğum MSGSÜ sosyoloji bölümünde bile 30 öğrenci barınacak yeri olmadığı için okulunu dondurmak zorunda kaldı. Bu sadece bir üniversitenin bir bölümünün verisiyken, koca İstanbul’daki onca üniversitenin verisini siz düşünün. Sadece barınma hakkımızın değil, eğitim hakkımızın da mücadelesidir bu. Anayasanın 42. Maddesinde şu yazıyor: “Kimse, eğitim ve öğrenim hakkından yoksun bırakılamaz.” Barınamadığı için eğitiminden mahrum kalan bunca öğrencinin hakkını bu anayasanın sahipleri değil, yine biz savunuyoruz. Bunun muhatabı da elbette ki Ankara’dır. Ankara’ya gelişimizin engellenmesi de, kendi yasalarını bile çiğneyen sistemin sonucudur.
Geçtiğimiz günlerde yurt ücretini bir ay geciktirdiği gerekçesiyle bir arkadaşımız yurttan atıldı. Yaşadıkları yurtlardaki sıkıntılar yönetim tarafından çözülmeyince sosyal medyada sesini duyurmaya çalışanlar yurtlardan ya atılıyor ya da atılmakla tehdit ediliyor. Öğrenciyi yurttan atmak, bursunu kesmek bir sopa gösterme biçimi haline geldi. Aynı anda hem okumaya hem de en temel ihtiyaçlarımızı karşılayabilmek için çalışmaya çalışıyoruz. Öğrenciye her şeyin en kötüsünü ve en azını reva görenlere karşı ses çıkarıyoruz. Şartları iyileştirmek yerine, bizler “geçinemiyoruz” derken verdikleri üç kuruş parayı kesenlere karşı ses çıkarıyoruz. “Barınamıyoruz, yurt şartları çok kötü” dediğimizde, bizleri ilaçlanmayan, böcekli yurtlardan atmakla tehdit etmeye utanmayanlara karşı ses çıkarıyoruz.
Biz geçinemeyen insanları savunmak için gelmek istedik Ankara’ya. Bütçe görüşmelerinin muhatabı olduğumuzu hatırlatmak için gelmek istedik. Ankara’ya gelişimizi engelleyenler, bizleri kötü yurtlara mahkum eden, koşullara karşı ses çıkardığımızda yurtlardan kovan, bizleri yarı zamanlı öğrenci-tam zamanlı işçi haline getirenlerdir.
Eğitimin bir hak olarak kabul edilmesinin gerçeklikte hiçbir karşılığı yok. Üniversite öğrencilerinin çoğu eğitim hayatına devam edebilmek için çalışmak zorunda. Çoğu arkadaşımız sosyal ve ekonomik güvencesi olmadan çalışmak zorunda kalıyor. Bütün bunların gerçekliği her gün, her anımızda karşımıza çıkarken, çocuklarını yurtdışında okutanların elbette gündeminde değil bunlar. Biz bu haklardan yararlanamayan çoğunluğun, milyonlarca gencin derdini yüklenip geldik. Bizim buradaki savunmamız barınma hakkımızın, eğitim hakkımızın, insanca yaşama hakkımızın savunusudur.
Mert Batur: “Bizi rezil bir geleceğin kölesi sandılar ama yanıldılar. Biz yanıldıklarını kanıtlamak için mücadele etmeye devam edeceğiz.”
Öncelikle biz 12 Aralık Ankara mitingimiz için Valiliğin yasaklama kararı çıkardığını biliyorduk. İtiraz da edilemesin diye son gün Valiliğin internet sitesinden duyurdular. Ancak yine de Ankara’ya geldik. Bunun iki sebebi var, birincisi ben bugüne kadar hiçbir valiliğin hiçbir toplumsal eylem ve etkinlikle ilgili hukuka uygun bir yasaklama kararı verdiğini görmedim. Bu açıdan bu kararın da hukuka aykırı olduğunu düşünmeme yetecek kadar bir kanaatim vardı. İkincisi ise Valiliğin bu tip yasaklama kararlarına hukuka uygun şekilde verilmiş de olsa uyma mecburiyetimiz olmadığını düşünüyorum çünkü ancak uyulmadığı zaman kendini imha eden yasaklar bunlar. Örneğin Somalı madencilerin Bağımsız Maden İş öncülüğünde gerçekleştirdiği Ankara yürüyüşünün ardından şehirlerarası yollarda gösteri yürüyüşü yapmayı yasaklayan hükmü iptal eden Anayasa Mahkemesi de farklı açılardan da olsa benimle benzer bir sonuca varmış görünüyor. Bizim 12 Aralık çağrısını yaptığımız dönemde ise böyle bir yasağın maden işçileri sayesinde çoktan kalktığını hatırlatmak istiyorum.
Savunmamla ilgili birkaç kısa noktaya değinip çok uzatmadan tamamlamak istiyorum. Bunun için bizimle benzerlikler taşıdığını düşündüğüm başka bir davayı referans vereceğim. Bizim 12 Aralık mitingini duyurduğumu ve hazırlıklara başladığımız sırada Antalya’da ALİMDER isimli dini bir derneğin, bir cemaatin, yurt süsü verdiği bir apartmanda bir cinayet işlendi. Bu gayriresmi yurtta kalan öğrencilerden biri olan Mehmet Sami Tuğrul kardeşimiz, aynı cemaatin yurtta yemek personeli olarak görevlendirdiği bir kişi tarafından vahşice öldürüldü. Ancak bu olayla ilgili tek bir soruşturma bile açılmadı. Hiçbir kademeden devlet görevlisi bu cinayetin işlendiği yerin niteliği nedir, sorumlular kimlerdir, bu olayın önünde arkasında kimler vardır diye tek bir soru bile sormadı. Çünkü aynı cemaatin Antalya İl Milli Eğitim Müdürlüğü, Antalya Emniyeti ve Akdeniz Üniversitesi Rektörlüğü’nün yönetim kadroların çok güçlü bağlantıları var. Bu gerçeği Antalya’da bu yurtların önünden geçmiş gençler bile söylüyor, herkes tarafından biliniyor. Bu olayla ilgili yapılan tek işlem, olayı araştırmak üzere Antalya’ya giden gazeteci dostumuz HalkTv muhabiri Hazar Dost’un il sınırlarına ayak bastığı anda gözaltına alınması oldu. Suç mahalline girdiği anda gözaltına alındı.
Bu açıdan bizim de durumumuzun benzer olduğunu düşünüyorum. Biz de suç mahalline, Ankara il sınırlarına girdiğimiz anda gözaltına alındık. Ancak bizim peşinde olduğumuz suç iki açıdan da henüz işlenmemişti. İlk olarak biz henüz suçlandığımız eylemi yapmaya başlamamıştık, doğal olarak 2911’e henüz muhalefet etmemiştik bile. İkincisi, yani bizim onları suçladığımız konu da henüz gerçekleşmemişti. Mehmet Sami Tuğrul’un örneğinde olduğu gibi bizim için sonradan bir kez daha kurucu hale gelecek cinayet biz gözaltına alındıktan yaklaşık bir ay sonra işlendi. Enes Kara, biz gözaltına alındıktan yaklaşık bir ay sonra kalmaya zorlandığı cemaat yurdunda gördüğü baskı ve karşı karşıya kaldığı geleceksizlik altında aile-devlet-cemaat üçgeninde intihara sürüklendi.
12 Aralık’tan önce ve sonra da birçok arkadaşımız öldü. Hacettepe Üniversitesi’nin yurdunda acil durumlar için oluşturulmuş sistem gerektiği gibi çalışmadığı için bir arkadaşımız hastaneye yetiştirilemeyerek öldü. Arkadaşlarımızın üstüne kaldıkları yurtlarda inşaat malzemeleri düştü, yağmurda çatıları uçtu, yangında yangın merdivenleri kapatıldığı için yaralandılar. Daha dün Düzce’de bir deprem oldu, sabaha karşı herkes ayağa dikildi. Barınma sorunu işte budur: Ödenmesi imkansız ücretlere, yaşanması imkansız evlerde oturmak ve alınmayan önlemler sebebiyle can korkusuyla sabaha karşı uykundan uyanmak. Bunları anlatıyorum çünkü şunun anlaşılması gerektiğini düşünüyorum: Barınma sorunu bir şaka değil, çok ciddi bir mesele ve bizimle uğraşarak da çözülmeyecek.
Son olarak bu ve buna benzer bir çok haksızlık karşısında durduğumuz için hakkımızda bir sürü dava açıldı. Çoğunun duruşma tarihlerini bile bilmiyoruz, ama bu dava için kalktık onlarca kişi Ankara’ya geldik. Bu davayı önemsiyoruz. Çünkü ilk olarak önce Ankara’ya girişimizin yasaklanması sonra da resmî olarak şehre davet edilmemiz arasındaki ironiye dikkat çekmek istiyoruz. İkinci olarak da herkesi bu konuda bir kez daha uyarmak istiyoruz: Eğer bu gidişata dur demezsek hepimiz günbegün evsizleşeceğiz, kirada oturduğumuz evlerden atılacağız, yurt önlerinde sıra beklerken aylarımız geçecek.
Biz barınma nöbetlerini tutarken bizi İnşaat-İş sendikasından inşaat işçileri ziyarete gelmişti. Bu önemli bir birliktelik çünkü görmüşsünüzdür, büyük şehirlerde inşaat işçiler çalıştıkları inşaatın alanı içine kurulan konteynerlarda yaşamak durumunda bırakılır. Buna itiraz ederse işten atılma, yevmiyesini kaybetme ve hatta dövülme tehlikesiyle karşı karşıya kalır. Ayrıca kazandığı parayla, inşaatında çalıştığı semtte kalacak bir yer bulabilmesi de imkansız olduğu için bu koşullar böyle sürer gider. Eğer biz bugün hep beraber bu koşullara itiraz etmezsek bu hepimiz için böyle sürüp gidecek. Hepimiz çalıştığımız yerlerde küçücük odalarda yaşamaya ve ölmeye zorlanacağız.
12 Aralık’ta eğer yolumuz silahlı kişilerce kesilip, zorla araçlara bindirilip, nereye gittiğimizi bilmeden kaçırılmasaydık ve açabilseydik şöyle bir pankart hazırlamıştık: Bizi rezil bir geleceğin kölesi sandılar ama yanıldılar. Biz yanıldıklarını kanıtlamak için mücadele etmeye devam edeceğiz. Hakkımdaki suçlamaları kabul etmiyorum, beraatimi talep ediyorum.
Nevin Yaren Yeğenoğlu: “KYK kredimin kesilmesiyle gözümü korkutmak istediler. Korkumuyorum.”
Pandemi döneminde bir sene okullarda erteleme oldu. Ev sahipleri pandemide alamadığı kiraları, biz öğrencilerden çıkarmak istediler. Bu sebeple Ankara Ulus’ta basın açıklamasına katılmak istedim. Ankara girişinde daha şehre girmeden gözaltına alındık. Polisler bizi ablukaya aldılar, “Siz isterseniz İstanbul’a dönün, biz yeterince gözaltı aldık.” dediler. Kendi tuttuğumuz araçla gözaltına alındığımızı ve işkenceye uğradığımızı belirtmek istiyorum. Biz önde olmadığımız için mi bizi almadılar da diğer arkadaşlarımızı aldılar? KYK kredimin kesilmesiyle gözümü korkutmak istediler. Korkumuyorum. Benim çalışmam gerek, okumam gerek ama bunları gerçekleştirmek için hepsinden önce barınmam da gerek. Barınabilmek için de çalışmam gerek. Bizi bu döngü içinde sıkışıp kalmaya zorluyorlar. Beraatimi talep ediyorum.
Orhun Ege Yüksel: “Biz onları Tozkoparan’dan, Fetihtepe’den, Poyrazköy’den, Özerli’den ve kentsel dönüşüm süsüyle evlerinden ettikleri daha nice mahallelerden gayet iyi biliyoruz, anlattıkları masallara karnımız tok.”
Bugün burada, haksızca hukuksuzca sürüklendiğimiz bu mahkeme salonunda, sadece sanık sandalyelerindeki arkadaşlarımla beraber değiliz. Barınamayan on binlerce yüz binlerce öğrencinin gencin sesiyle, isyanıyla buradayız. Bu toprakların her bir karışında başını sokabileceği bir dört duvar bulamayan, temel besin kaynaklarına erişemeyen, temel insani ihtiyaçlarından yoksun bırakılmış yoksul milyonların sesiyle, mücadelesiyle buradayız.
Avukatlarımız barınma hakkının ne olduğunu, hangi uluslararası anlaşmalarda nasıl tanımlandığını ve Türkiye Cumhuriyeti anayasasında nasıl yer aldığından detaylı bahsettiler. Benim yaptığım araştırmalara göre bu uluslararası sözleşmelere taraf olan ülkelerden biri olan Türkiye Cumhuriyeti’nin anayasasında direkt olarak barınma hakkına dair bir madde bulunmuyor ama bu noktada belirtmek isterim ki; ben hukuk konusunda yeterli bilgiye sahip olan birisi değilim. Barınma sorununu dile getirdiği için darpla işkenceyle gözaltına alınmış, üstüne haksız hukuksuz suçlamalara maruz bırakılmış ve şu an bu suçlamalara karşı savunmasını yapan bir üniversite öğrencisiyim.
Yasalar noktasına geri dönersek, Türkiye Cumhuriyeti anayasasının 57. maddesinde yer alan; “Devlet, şehirlerin özelliklerini ve çevre şartlarını gözeten bir planlama çerçevesinde, konut ihtiyacını karşılayacak tedbirleri alır, ayrıca toplu konut teşebbüslerini destekler.” şeklindeki düzenleme bu hususta devletin doğrudan yükümlülüğünü ortaya koyar.
2021 yılının eylül-ekim aylarında pandemi sonrası kampüslere döneceğimiz günlerde kira fiyatları ulaşılması imkansız seviyelere çıkmış, birçok kişi için yeterli ve insani koşullarda konuta erişim güçleşmişti. Konuta erişimle ilgili asıl sorun bazılarınca iddia edildiği gibi konut arzının ve stokunun yetersizliğiyle alakalı değildi, konut stoku fazlası ve konutların yüksek fiyatlardan satılması beklentisi üzerine kurulu inşaat sektörüydü. Kentsel dönüşümün ve inşaat faaliyetlerinin bu kadar yoğun olduğu ve ekonomide bu kadar yer kapladığı bir ülkede konut arzının yetersizliğinden bahsetmek pek akıl karı değil. Barınma sorununu, temel bir ihtiyacın karşılanması olarak değil de kâr amacı güderek, rant çıkarıyla hareket ederek çözüyormuş gibi yapılınca giderek yoksullaştırılan toplumda çok geniş kesimler barınma sorunu yaşadı. Bu sürecin göz göre göre geldiği ortadayken bahsedilen uluslararası anlaşmalar ve anayasada yer alan maddelerden doğan yükümlülüklerini belirli çıkarlar uğruna yerine getirmeyen devlet, bu sorunun birinci dereceden sorumlusu olmuştur.
Geçen sene eylül ayında parklarda yatmaya başladığımız günden bugüne kadar barınma sorunu katlanarak büyürken, bu sorunu çözmek üzere atıldığı söylenen ama şaşalı propagandalarla yüceltilmesine rağmen fos olduğunun anlaşılması dakikalar bile sürmeyen adımlarla halkları kandırabileceğini düşünenler büyük bir yanılgı içerisindeler. Bugün barınma sorunu çok daha gerçek, çok daha derin.
Bu ay sonuçları açıklanan bir araştırmanın verilerine göre son 2 senede bazı büyük şehirlerdeki ortalama konut kira artış oranları şu şekilde; İstanbul %320, Ankara ve İzmir %270, Bursa’da %173, Antalya %395. Bu sayıların anormalliğinin ve durumun vahametinin daha da anlaşılabilmesi adına yine bu şehirlerdeki ortalama konut kira ücretlerini paylaşacağım; İstanbul’da ortalama kira 10.229 lira, Ankara’da 5.466 lira, İzmir’de 6.932 lira, Bursa’da 3.974 lira, Antalya’da 10.219 lira. Aynı verilere göre ülke genelindeki kira fiyatları ise son bir yılda yüzde 155, iki yılda yüzde 258 arttı; ortalama kira ise 6 bin 520 TL oldu. Bu verileri devlet bankalarının borca sokularak sahipliğinin el değiştirilmesi sağlanan bir özel gazeteden aldığımı da belirteyim ki, gerçek kira bedellerinin durumunu sizler tahmin edin.
Aldığı KYK kredisiyle bursuyla geçinen veya hem okuyarak hem çalışarak ayakta kalmaya çalışan biz öğrenciler bu kira bedelleriyle bir evde barınmanın hayalini bile kuramazken, sigortalı çalışanlarının %50-60’ı halihazırda yoksulluk düzeyinin bile altında kalmış asgari ücretle geçinmeye çalışan işçi sınıfı için de insani şartlara sahip bir konutta barınabilme hakkı yok edilmiş durumda.
Devlet tarafından atılan bazı adımlardan bahsetmiştik, onlardan biri olan kira artışında %25 olarak belirlenen kısıtlamanın pratikte hiçbir çözüm sağlamadığı ortada. Mevcut evlerinden çıkarlarsa yeni fiyatlarla ev bulamayacaklarını düşünen kiracılar, ev sahiplerinin talepleriyle ters düşmemeye çalışarak belirlenen oranın kat kat üstünde zamlı yeni kira sözleşmeleri yapmak zorunda kalıyor; uzlaşamayanlar tahliye celpleriyle, mahkemelerle yüzleşiyor.
Geçtiğimiz aylarda yine okullara dönerken her yerden maruz bırakıldığımız Gençlik ve Spor Bakanlığı’nın propagandalarında bahsedilen KYK yurtlarının 800 bin kişilik yurt kapasitesinin, geçen mayıs ayında YÖK tarafından açıklanan 8 milyon civarı yükseköğrenim öğrencisi sayısının yanında bile ne kadar absürt kalıyor.. Bu sene yükseköğretime geçiş sınavına yaklaşık 3 milyon öğrencinin girdiğini ve bunların yaklaşık 1.5 milyonun yerleştiğini ve bu sayının önceki senelerden 500 bin fazla olduğunu da ekleyeyim… Bu kapasiteleri mevcut oda kapasitelerini arttırıp öğrencilere en ufak bir kişisel alan bırakmayarak sağlayan, kalitesiz yemek hizmetleriyle öğrencileri zehirleyen, 75 günlük izinlerini 30 güne düşüren Gençlik ve Spor Bakanlığı’nın gerçekten gençliğin insani koşullarda barınabilme imkanı sağlamakla niyetlilerse bunlarla ilgilenmesi, bu sorunları çözmeye yönelik gerçek adımlar atması daha yerinde olacaktır. Ama yurtlardaki sorunları dile getiren öğrencileri soruşturmalarla yurttan atmalarla yıldırmaya teşebbüs edenlerin, barınamıyoruz diyenlerin burslarını kredilerini gasp etmeye çalışanların böyle bir niyetlerinin olmadığını bizler de gayet iyi biliyoruz, kamuoyu da gayet iyi biliyor.
Belki günlerce reklamlarını yaptıkları sözde sosyal konut projelerinin belirsiz bir gelecekte ev sahibi olma vaadiyle gençlerin ve ekstra mesai yaparak bu taksitleri ödemelerini bekledikleri işçi sınıfının ağızlarına bir parmak bal çaldıklarını düşünebilir Çevre ve Şehircilik Bakanlığı. Ama biz onları Tozkoparan’dan, Fetihtepe’den, Poyrazköy’den, Özerli’den ve kentsel dönüşüm süsüyle evlerinden ettikleri daha nice mahallelerden gayet iyi biliyoruz, anlattıkları masallara karnımız tok.
Barınma sorunu, kitlelerin bir konutta geçici veya kalıcı ikamet edememesiyle bitmiyor. Su, elektrik, doğalgaz gibi temel insani ihtiyaçların, bunların dağıtımını sağlayan şirketlerinin ticarileştirilmesi ile, krizdir kurdur pandemidir bahane edilerek fahiş fiyatlarla dağıtımının sağlanmasıyla halkın bunlara erişimden mahrum bırakılması da barınma sorununun bir başka tezahürüdür.
Anayasal demokratik hakkımı kullanmama dahi izin vermeden, darpla işkenceyle gözaltına alınmama rağmen bana açılmış olan bu davada beraatimi talep ediyorum.
Ebru Gürsoy: “Şimdi her yurtta, mahallede, kampüsteyiz. Bizim en başından beri amacımız buydu.”
Bizler 2021 yılının Eylül ayında, onbinlerce üniversite öğrencisinin yaşadığı barınma sorunu görünür kılmak, sadece emlakçılar derneği başkanının ve devlet yetkililerinin değil söz sahibinin bizler yani gençler olması gerektiğini düşünerek Barınamıyoruz Hareketini kurduk ve park nöbetlerine başladık. Bir gece tek bir parkta başladığımız nöbet daha 2. gününde çokça şehire yayıldı. Başladığımız bu nöbetlerle birlikte sadece gençlerin değil çokça insanın yaşadığı barınma sorunu artık ikili sohbetlerimizden çıkmış ve ülke gündeminde yer edinmişti. 7 gün park nöbetlerimizi devam ettirdik. 7 günün sonunda park nöbetlerimizi sonlandırdık. Bizimle iletişime geçen; yurtta, evde, apartta sorun yaşayan her gençle yurt komisyonumuz ve hukuk ekibimizle.. dayanışma göstermeye çalıştık. Bu süreç içerisinde ve sonrasında çokça yurt eylemine şahitlik ettik. 8 kişilik pis yurt odalarına, böcekli bozuk yemeklere ve nicesine karşı öğrenciler birliğiyle cevap verip hakkını istedi çünkü artık hiçbirimizin barınmaktan anladığı bir dört duvar arası değildi.
12 Aralık 2021’de Ankara’da bütçe görüşmeleri gerçekleştiriliyorken Barınamıyoruz Hareketi olarak Ankara Ulus Meydan’ında ‘biz buradayız’ demek için bir miting yapmaya karar verdik; İstanbul’dan ve İzmir’den yola çıktık. Biz İstanbul otobüsü içerisinde yer alanlar olarak Ankara girişinde polis tarafından önümüz kesildi. Biz bu yola çıkarken de bu yoldan dönüşte de sadece tek bir korku taşıyorduk: bizim tek korkumuz bize sunulan ve dayatılan bu geleceksizliği yaşamaktı. Biz bu yüzden bu yoldan geri dönemezdik ve dönmedik. Milyonlarca gencin açlığıyla doyanlar bizleri şehirlerine de almadı
Ankara otoyolunda İstanbul’dan yola çıkmış 2 otobüs dolusu genç, polis işkencesiyle gözaltına alındık. Yaşadığımız gözaltı sonrası okullarımızdan soruşturmalar aldık, KYK burs ve kredilerimiz kesildi. Bizleri saldırılarıyla terbiye edemeyenler bir de açlıkla terbiye etme yoluna başvurdu.
Barınamıyoruz Hareketi’nin ilk kurulduğu günden bu yana barınamadığı için üniversite öğrenimini bırakan öğrencilere tanıştık, geleceksizlik kaygısı yüzünden yurt odalarında intihar eden gençlere şahit olduk. Bunlardan biri de 2022 yılının Ocak ayında, hayatında İleriye dönük yaşadığı endişeler ve kalmaya mahkum edildiği tarikat yurdu yüzünden hayatına son veren fırat üniversitesi Tıp fakültesi öğrencisi arkadaşımız Enes Kara’ydı. Biz de Barınamıyoruz Hareketi olarak 14 Ocak’ta ‘biz yaşayacağız’ diyerek Taksim’de bir basın açıklaması gerçekleştirdik. Ama bizi zamanında bir şehre Ankara’ya almayanlar Taksim’de arkadaşımızı anmamızı saldırarak engellemeye çalıştı.
Biz sadece bazı kentlerin parklarında, meydanlarında, yurtlarında değildik. 10 Şubatta Hatay Özerli’de evleri yıkılmak istenen yoksul mahalleliyleydik. Okmeydanındaydık, Tozkoparandaydık, Tokatköydeydik…
Şimdi bu ülkede sokakta yatan öğrenciler, evlerinden atılan mahalleliler, geleceğe dönük kaygıları yüzünden intihar eden gençler, pis böcekli yurtlar bizim gerçekliğimiz. Biz bundan 1,5 yıl önce birkaç kişi sokakta yatarak bunları görünür kılmak, bu sorunun özneleri olarak söz sahibi olmak ve gençlere biz yaşayacağız dedirtmek istedik. Şimdi her yurtta, mahallede, kampüsteyiz. Bizim en başından beri amacımız buydu. En başından beri bize dayatılanı kabullenme niyetimiz hiç olmadı bundan sonra da olmayacak.
Saim Sönmez: “Yek seve neparazı dest tavejin baxçete”
Arkadaşlarımın çoğu üniversite öğrencisi, ben de genç bir işçi olarak barınamıyorum. Barınma krizinin sorumlularından hesap sorma yolumuz kesinlikle meşrudur. Ülkemizde barınamayan, aç, yoksul, geçinemeyen milyonlarca emekçi ve öğrenci var. Bu coğrafyada yoksulluk ne kadar gerçekse bunu yaratanlara karşı mücadele de gerçektir. Bu sorunun kim tarafından çözülemeyeceğini gördük. Bu noktada iş başa düştü, Ankara yoluna çıkarak üzerimize düşeni yapmaya çalıştık. Ben günde üç öğün sağlıklı beslenemiyorum, ev bulamıyorum, genç bir işçi olarak yaşadığım bu düzende, düzenle mücadele etmekten başka çare yoktur. Herkesin ailesi saraylarda yaşamıyor veya herkesin annesi babası savcı ya da hakim değil. Benim ailem de benim gibi işçidir. Bu kaderi paylaşanlar çoğunluk, saraylarda yaşayanlarsa azınlık. Biz bu çoğunluk olarak, hakkımızı almak için mücadele edeceğiz. Bunun için Ankara’ya yola çıktık. Bizim oralarda bir söz vardır: “Yek seve neparazı dest tavejin baxçete.” Türkçesi şudur: “Bir elmayı korumazsan bahçeyi alırlar.” Biz bir tek hakkımızdan bike vazgeçmeyeceğiz.
Avukat Düşün Altuntaş: “Bu gençlere temel insan hakkından yoksun, niteliksiz bir gelecek sunuluyor. Müvekkiller rezil bir geleceğin kölesi olmayacağız dediler. Olmayacaklar.”
Bu davanın konusu 2911 Sayılı Kanunun 32/1.fıkrası değildir. Bu davanın 2911 sayılı toplanma ve gösteri yürüyüş hakkı ile alakası dahi yok. İddianamedeki suç mevcut değil neden mevcut değil meslektaşlarım bundan bahsedecekler ama ben bu davanın esas konusundan bahsedicem. Bu dava barınma talebinin yargılanmasına ilişkin davadır. Yargılanan tüm sanıklar barınma hakkını talep ettikleri için buradalar. Barınma nedir netilikli barınma nedir neden müvekkillerimiz barınma hakkı talebinde bulundular neden şimdi yargılanıyorlar bu davanın konusu budur.
Nedir bu barınma hakkı? Uluslararası sözleşmeler çerçevesinde biraz bahsedeyim:
1948 Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi
Madde 25
1)Herkesin, kendisinin ve ailesinin sağlığı ve iyi yaşaması için yeterli yaşama standartlarına hakkı vardır; bu hak, beslenme, giyim, konut, tıbbi bakım ile gerekli toplumsal hizmetleri ve işsizlik, hastalık, sakatlık, dulluk, yaşlılık ya da kendi denetiminin dışındaki koşullardan kaynaklanan başka geçimini sağlayamama durumlarında güvenlik hakkını da kapsar.
BM İnsan Hakları Beyannamesi’nin 25.maddesi kişinin iyi ve yeterli yaşama standartlarına sahip olma hakkından bahsederek barınma hakkının da bu hakkın içinde olduğunu belirtmiştir. Aynı zamanda da kişiye bu iyi ve yeterli yaşama standartlarını sağlayamama halinin de güvenlik hakkı kapsamında olduğunu belirtmiş ve bireye güvence tanımıştır.
1950 Avrupa Konseyi Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi
Madde 2
1)Herkesin yaşam hakkı yasayla korunur.
Madde 5
1)Herkes özgürlük ve güvenlik hakkına sahiptir.
Madde 8
1)Herkes özel ve aile hayatına, konutuna ve yazışmasına saygı gösterilmesi hakkına sahiptir.
Sözleşmenin ikinci maddesi ile yaşama hakkının, 5.maddesi ile güvenlik hakkının, 8.maddesi ile de özel hayata ve aile yaşamına saygı hakkının devletin yükümlülüğünde olduğunu belirtmiştir. Yaşama hakkı, güvenlik hakkı, özel hayata ve aile yaşamına saygı hakkı barınma hakkı ile bir bütün halinde olup ayrı olarak düşünülmesi mümkün değildir. Nitekim bu sözleşme de bu haklarla birlikte barınma hakkına bir çerçeve çizer.
1966 Birleşmiş Milletler Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşme
Madde 11
1)Bu sözleşmeye taraf devletler, herkesin, yeterli beslenme, giyim ve konut da dahil olmak üzere kendisi ve ailesi için yeterli bir yaşam düzeyine sahip olma ve yaşam koşullarını sürekli olarak geliştirme hakkına sahip olduğunu kabul ederler.
Bu sözleşmenin 11.maddesi ise herkesin konut hakkına ve yeterli yaşam düzeyine sahip olmasını devleti yükümlülüğü olarak düzenler. Bu sözleşmeye gelen 4 nolu genel yorum şunu anlatır; barınma hakkı sadece başını sokacak bir yer olarak yorumlanamaz. Barınma hakkı bir yerde güvenlik, huzur ve onurlu olarak yaşama olarak görülmelidir. Sadece bu değil yeterli bir biçimde yeterli güvenlik yeterli huzur ve onur içinde yaşanması demektir der. Yani barınma hakkının salt bir çatı altından yaşamaktan ziyade kapsamlı doğrudan insan haklarıyla ve bütünsel ilkere bağlı olduğunu kabul eder. 7 nolu genel yorum ise barınamayan kişiler için devlete sağlaması gereken etkin koşulları sıralayarak devlete barınma hakkını sağlama zorunluluğu getirmiştir. 20 no lu genel yorumda ise devlete bireylerin yeterli barınma hakkına eşit olarak erişebilmesini zorunluluk olarak getirmiştir.
2000 Kentte İnsan Haklarının Korunmasına İlişkin Avrupa Şartı
“Bütün bireylerin uygun, güvenli ve sağlıklı bir eve sahip olma hakkı vardır.’’ der. Aynı zamanda sağlıklı ve güvenli barınma koşullarına herkesin eşit derece erişimini sağlaması gerektiğini, belediye gibi devlet kurumlarının nitelikli barınma hakkını sağlamak için hizmet sunma sorumlulukları olduğunu da söyler.
Şimdiye kadar bahsettiğim sözleşmelerden şunu anlıyoruz ki devlet sadece bireyin çatısı olan bir yerde yaşamasını değil bireyin sağlıklı ve güvenli bir yerde onurlu bir biçimde yaşam sürmesini güvence altına alıyor. Yani bu sözleşmeler nitelikli barınma hakkından bahsediyor, bunun devlet tarafından sağlanması gerektiğinden bahsediyor.
Barınma hakkını düzenleyen ve devlete sorumluluk yükleyen uluslararası sözleşmeler sadece bu bahsettiklerimden ibaret de değildir;
-Birleşmiş Milletler Çocuk Haklarına İlişkin Sözleşme (1989)
-Avrupa Konseyi Avrupa Sosyal Şartı (1961) ve Gözden Geçirilmiş Avrupa Sosyal Şartı (1996)
-Birleşmiş Milletler Dünya Kent Hakkı Şartı (2005)
-Avrupa Komisyonu Avrupa Yerel Yaşamda Kadın – Erkek Eşitliği Şartı (2006)
-Birleşmiş Milletler Engellilerin Haklarına İlişkin Sözleşme (2007)
-Birleşmiş Milletler Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Uluslararası Sözleşmesi (CEDAW) (1979)
-Avrupa Konseyi Kadına Yönelik şiddetin ve Ev İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin İstanbul Sözleşmesi (2014)
-Avrupa Yerel ve Bölgesel İdareler Meclisi Gençlerin Yerel ve Bölgesel Yaşama Katılımına İlişkin Yeniden Düzenlenmiş Avrupa Şartı (2003)
-UNESCO-Uluslararası Kadınların Kent Hakkı Şartı (2004)
Tüm bu uluslararası sözleşme ve düzenlemelerin hepsinde barınma hakkının güvenli sağlıklı ve onurlu yaşama hakkıyla bütün olduğunu, herkes için eşit olduğunu, devletin sağlıklı, güvenli barınma hakkına herkesin eşit derecede erişimi için yükümlü olduğunu ve en önemlisi devletin elverişli barınma hakkına sağlamakla zorunlu olduğunu söyler.
Peki bizim hukukumuzda barınma hakkı nasıl düzenlenmiştir? Anayasanın 57.maddesi der ki devlet konut ihtiyacını karşılayacak tedbirler alır. Doğrudan bir barınma hakkı tanımı yapmıyor anayasa ama devlete bireylerin barınmalarını sağlaması için yükümlülük yüklüyor. Türk hukuk sisteminde hiçbir yasada barınma hakkı tanımı yok. Belki de ilk kez bu dava ile barınma hakkını tartışıyoruz mahkemelerde. Müvekkillerim anlatacaklar neden barınma hakkını talep ettiler neden barınamıyoruz dediler. Barınma hakkını talep eden bir bizim müvekkillerimiz de değil. Bu ülkenin temel sorunlarından biri barınma hakkı. Mesela İstanbul’daki Fetihtepe Mahallesi. Orada yaşayan insanlar kentsel dönüşüm talanıyla evlerinden oldular. Önce kentsel dönüşüm için imza vermeyen kişilerin elektrik, doğalgaz ve suları kesildi daha sonra da evlerinin tapuları Beyoğlu Belediyesi tarafından hazineye devrediliyor. Aynı durum Tozkoparan Mahallesi’nde de yaşandı. İdare Mahkemesi’nden yürütmeyi durdurma kararı alındı fakat mahalleninin elektriği, suyu, doğalgazı kesildi. İnsanlar günlerce parklarda beklediler. Daha sonra Danıştay’dan yürütmeyi durdurma kararı alındı. Anayasa’nın 57.maddesi ne demişti? Devlet, konut ihtiyacını karşılayacak tedbirler alır. Devlet barınma hakkını koruması ve tedbir alması gerekirken ne yaptı? Bunu ihlal etti. Neydi nitelikli barınma hakkı?Sağlıklı, güvenli bir yerde onurlu yaşamak. Mahalleli güvensiz bir ortama terk edildi.
Barınma hakkı talebi sadece Türkiye ile de sınırlı değildir. Sofya’daki yerleşimlerinden birinde Romanlar evlerinden oldular. Konu AİHM’e taşında ve AİHM verdiği kararda (Yordanova ve Diğerleri, Başvuru No: 25446/06) diyor ki “başvurucuların yıllardır yaşadığı evlerin yasal olup olmadığına bakılmaksızın, bu evlerde aileleriyle birlikte yaşadıkları ve bu evlerin onların yuvası olduğu bu nedenle de tahliye edilmeleri özel ve aile yaşamlarının olumsuz etkilenmesine neden olacaktır.” AİHM bu kararında aynı zamanda barınma hakkına ilişkin doğrudan bir değerlendirme yapamayacağını fakat bu tarz durumlarda sözleşmesinin 8.maddesinden hareketle değerlendirme yapılması gerektiğini söylemiştir. Sözleşmenin 8.maddesi de’’ Herkes özel ve aile hayatına, konutuna ve yazışmasına saygı gösterilmesi hakkına sahiptir.’’der. Başta anlatmışım özel ve aile hayatına, konuta saygı gösterilmesi barınma hakkının parçasıdır diye. AİHM’de bu kararla tam olarak bunu söylemiştir.
Bir başka karar da Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin 65829/12 no.lu Tchokontio Happi v. Fransa kararıdır. Bu kararda da devletin konut hakkını güvence altına almasını ve bunun için de gerekli kaynakları sağlaması gerektiğinden bahseder. Yani daha önceden bahsettiğim gibi devlete barınma hakkını sağlaması için yükümlülük yükler.
Peki bu barınma hakkının ihlalinin sonuçları neler oluyor? Temel insan hakkı ihlalidir barınma hakkının ihlali ama sonuçları başka bir temel hakkının ihlaline neden oluyor. Ülke genelinde kalacak yurt veya ev bulamadığı için okul kaydını yaptıramayan bir sürü öğrenci var. Çok basit bir sonuç; bir şehirde kalacak yer bulamıyorsanız o şehirde okuyamıyorsunuz veya çalışamıyorsunuz demektir. Ailelerin ve öğrencilerin binbir emekle kazandığı üniversitelerden vazgeçirilmelerine neden oluyor. Bunun sonuçlarını düşünebiliyor musunuz? Kendilerine çizilen hayata mecbur bırakılıyorlar. Ne oluyor? bu öğrencilere eğitim hakları ellerinden alınıyor. Nedir eğitim hakkı neden vardır? Anayasa madde 42 diyor ki “Kimse, eğitim ve öğrenim hakkından yoksun bırakılamaz.” Devlet bu öğrencilere barınma koşullarını sağlayamadığı için eğitim hakkından da yoksun bıraktı.
Ezcümle, KYK yurtlarında yeterli kapasite yok, ev kiraları çok yüksek öğrenciler barınamıyor. Kendileri anlatır günlerce parklarda yattılar. Tüm ülke bu barınamama sorununu konuştu. Bunun dışında savunmamın başında bahsettiğim nitelikli barınma diye de bir şey yok bu ülkede. Öğrenciler kalacak KYK yurdu bulsa bile bu yurtlarda hijyen ve güvenlik sorunları var. Her gün bir KYK yurdunda yemeklerin bozulmuş olduğu, içinden böcek vs çıktığı, yurt odalarında tuvaletlerde yemekhanelerde böceklerin olduğu haberlerini görmüşsünüzdür. Cemaat yurtlarında öğrenciler intihar ediyor. Nitelikli barınmak bu değil, barınmak da bu değil. Bir öğrenciye KYK yurdu sağlanıyorsa o öğrencinin nitelikli bir şekilde yani sağlıklı, güvenli yaşamasının da sağlanması gerekiyor. Bu devletin sağlamakla yükümlü olduğu bir husustur.
Bu davanın konusu 2911 Sayılı Kanunun 32/1.maddesi değildir. Bu davanın konusu bu ülkenin gençlerinin barınma haklarının gasp edilmesidir. Bu gaspa izin vermiyor barınma haklarını talep ediyorlar. Hala bugün burda da talep ediyorlar. Ama bu taleplerinden dolayı müvekkilerim kriminalize edilmeye çalışılıyor. Dünyanın herhangi bir yerinde öğrencilerin barınamadığı için yargılandığı bir dava görülmemiştir. Bu gençlere temel insan hakkından yoksun, niteliksiz bir gelecek sunuluyor. Müvekkiller rezil bir geleceğin kölesi olmayacağız dediler. Olmayacaklar.
Tüm bu nedenlerle 2911 Sayılı Kanunun 32/1.maddesinden düzenlenen iddianame için suçun yasal unsurları oluşmamıştır. CMK m.223/9 gereğince tüm sanıklar için derhal beraat kararı verilmesini talep ediyoruz.