Ortadoğu dışarıdan çizilen sınırları ve buna bağlı gelişen mezhepsel çatışmaları nedeniyle mezhep ayrımlarına yaslanan örgütlenmelere sürekli ev sahipliği yapıyor. Bu örgütlenmelerden günümüzde belki de en kanlı mücadele çizgisini benimseyen IŞİD’in tanımlanışı da bu hakikatten geliyor. Ortadoğu’nun mezhep kavgalarının yoğun ve dinin kayda değer bir etki alanının olduğu bir coğrafya olduğunu biliyoruz fakat şunu da söylemek gerekir ki emperyalist güç odakları, çıkarları doğrultusunda buraya sürekli müdahil olurken yalnızca dinin karşısında durmak ve bütün meseleyi oradan okumak eksik olur. Bu yüzden “IŞİD farklı bir düzlemden mi ortaya çıktı?”, “Gücünü nereden aldı?” gibi soruların cevaplarına bakarken tarihsel arka planını, toplumsal ilişki biçimlerini ve coğrafyayı göz ardı etmemek gerekir.
IŞİD’in ortaya çıktığı bu coğrafyada hedef aldığı kesim; “Kabe’yi yıkacağız, gösterişli alanlarınızı talan edeceğiz” söylemleri ile Ortadoğu halklarının alt sınıflarıdır. Yani yoksulluk ve geride bırakılmışlık hali, bu tür yapıların beslenme noktası olarak ortaya çıkmıştır. Kendini orada yaşayan halklardan üstün görenler ise Ortadoğu’nun “karanlık” çukurundan çıkma planlarının başına “aydınlanmayı” koyarak emperyalizmin sözde özgürleştirme operasyonlarını onayladılar. Kuşkusuz IŞİD benzeri yapıları kendi işlerine geldiği zaman Afganistan ya da Mısır’da görmezden gelip yeri geldiğinde desteklerken Batı, çağdaş ve ilericilik tarafında olduğunu, bu yapıların ise Ortadoğu’nun “gerçeği” olduğunu ifade ediyordu.
Türkiye’nin bütün bu bağlamdaki rolü AKP dönemindeki politikalar ile arttıkça biz sosyalistlerin de söyleyecekleri artıyor. Türkiye’yi tahlil ederken içerde ve dışardaki siyasetin iç içe geçmesinden, yapılan belirli ittifaklar neticesinde sıçramalardan kaynaklı Türkiye halklarının hafızasında da yaşamında da yer ediyor. Türkiye gibi gelişmekte olan ülkeler, tüm dünyada yaşanmakta olan bu kapitalist mücadelede “nereden, ne kaparsam kârdır” anlayışı ile hareket ediyor ve dönemsel ittifaklar yapıyorlar. Türkiye de Ortadoğu’daki olaylara, bu hesaplamalar ile birlikte ideolojik bağlarına da güvenerek müdahil oluyor. IŞİD gibi örgütlere el altından silah yardımı yaparak kendine farklı alanlar açıyor. Bu ittifakı da Türkiye içine sıçradığı noktalarda, işine geldiği kadarıyla konsolide ediyor; işine gelmediği noktalarda ise ittifak değişikliğine gidiyor. İşte bütün bunların sonucunda Suruç’ta katledilen 33 Düş Yolcusu’na, 10 Ekim’de katledilen 103 değerli insana geliyoruz; yani AKP’nin katliamlar düzenine.
Bugün, Ortadoğu’da birbiriyle mücadele eden güçler arasında yer alan Kürt Özgürlük Hareketi’nin Aydınlanmacı gelenekle bir bağı vardır. Geçmiş dönemlerden kalmış ve Arap milliyetçiliğinin kalıntısı olan Baasçılık benzeri devlet ideolojilerini romantize etmenin lüzumu yoktur. Sahada emperyalizmin esas ezmek istediği Mukavemet Ekseni’nin ana omurgası ise siyasal İslamcılardır. Mezhepçi güçlerin karşısında mücadele edenler bunlardır. Türkiye’den bakarak yazılan metinler ise bu gerçeği değiştirmez, bu odakların her biri ile ilgili tartışılabilir. Ama Türkiyeli devrimcilerin başat görevi, Türkiye’deki sömürü düzenini yıkmaktır.
7 Haziran ile 1 Kasım seçimleri arasında AKP, toplumsal muhalefeti ekarte edecek katliamların gerçekleşmesine zemin hazırlayarak IŞİD’le işbirliği halinde bir süreliğine yapılanlara göz yumdu. IŞİD ile mücadelede önemli bir konumu olan Kürt Özgürlük Hareketi’ne ise karşı tavır alarak yaşanan katliamları sahiplendi. IŞİD, Suriye’de Kobane’yi düşürerek coğrafi olarak Fırat’ın doğusunda sağlam bir köprübaşı elde etmek istiyordu. Bu noktada o köprübaşının Kürt Özgürlük Hareketi’nin elinde olmasını istemeyen Ankara ile çıkarları örtüştü. Politik olayların analizini hakikate dayalı olarak yapmak gerekir, kendi hayal dünyamıza dayanarak dünyayı okuyamayız. Tam da bu yüzden ne Kobane’nin yeniden inşası için yola çıkanların katledilmesi ne de 103 kişinin yaşamını yitirdiği evlerimize, yüreklerimize ve belki de en önemlisi mücadelemize kor olarak düşen 10 Ekim Katliamı bütün bu olgulardan ayrı düşünülemez.
Kontrgerilla aygıtı 10 Ekim 2015’te bütün ağırlığıyla sahadaydı. Bizler, Ankara Garı’ndaki patlamadan hemen sonra polis tarafından tazyikli su ve biber gazı ile bizlere yapılan saldırıyı hiç unutmadık. O gün orada katledilenler, bütün bu hatıraları ile mücadelemizde yaşıyorlar. Ancak tüm bunları söylerken katliamdan önce ve sonraki süreçte kuramadığımız politik ortaklığa da bakmak lazım. Barış Bloku’nu hatırlıyoruz. Etkisiz, zoraki, ortak bir politik değerlendirmeye sahip olmadan yan yana gelişlerin sonuçsuz örnekleri bunlar. Aslanların kokusunu alan ceylanların birbirine yaklaşması gibi sonuç vermeyen ama çok reklamı yapılan birliktelikler… Biz sol olarak, bu katliam düzeninden sağ çıkamadık. Zor bir mücadele dönemine, moral ve kurumsal olarak yıpranmış bir biçimde girdik. Kuşkusuz saldırganların arkasına saklanan kontrgerilla yapılanmasının hedefi de buydu ve o hedefe biraz da sayemizde çok zorlanmadan erişmiş oldu.
Bugün gelinen noktada ise 24 Haziran seçimleri ile yaşanan hezimetin ardından “Ne yapsak?” diye debelenen, önlerinde siyasi bir program olmayan, faşizan unsurlar barındıran sivil diktatörlük rejiminin altında kalmış bir sol var. Kısacası pek de bir şey değişmedi. Olan bitene dair hala ortaklaşmış bir siyasi değerlendirmemiz yok; zira hakikate göre değil, partizanlaştırmaya çalışılan insanların hoşuna gitmesi için seçtiğimiz terimler ile yaşananları anlatmaya çalışıyoruz. Seçeneksiz, geleceksiz kalmış binlerce genci kapsamaya yönelik hamle yapamayan, yapmaktan çekinen ve kendini yenileyecek bir yöntem bulamayıp yerinde sayan sosyalist bir gençlik var bugün. Kimlik politikasına saplanmış bir sosyalist gençlik! Kendi siyasal tutumunu, toplumu bölme biçimi olarak bize sorgulatır iken “kendi” kesiminde de bunu kitlesel bir pratik ortaya koyamayarak sorgulatıyor. Bunu aşma çabası içinde olanları ise engellemeye çalışıyorlar. Bu sözler, “kitlesel” olma anlamında herkesi kapsıyor ama belirli farkları gözetmeksizin bunu söylemek eksik kalıyor elbette.
Gençliğin, 10 Ekim Katliamı gibi anlam yükü ağır olan bir günde ortak davranabilmesi iyi bir durumdur. Fakat Ortadoğu hakikatine dair kendi hayal dünyalarından çıkan saptamaları metne dayatmak istemeleri, bu ortaklıktan ileriye dönük bir adım çıkmasına engeldir. Bilinmelidir ki bütün bunları karamsar olmak için, kimseyi sorgulamak için söylemiyoruz. Niyetimiz hakikati kavrayıp çıkışa doğru gençlikle, işçi sınıfı ile birlikte yürümektir; eleştirimiz bu yüzdendir, özgürlüğe yürüyenlerin izinden gitmenin yollarını arama çabasıdır. Çok düştük, çok yorulduk ama unutmasın kimse;
Akın var
güneşe akın!
Güneşi zaptedeceğiz
güneşin zaptı yakın!