Zemini tanıyalım: Dünyada ve Türkiye’de güncel durum – Ezgi Ertürk

Not: Bu yazı, 10 Aralık’ta düzenlediğimiz Gençlik Konferansı’nda aynı isimle yapılan açılış konuşmasından yazı haline getirilmiştir.

Uzun süredir, üniversitelerden meslek liselerine, KYK yurtlarından organize sanayi bölgelerine, gençlerin içinde bulunduğu her durumu anlatmaya, aktarmaya çabalıyoruz. Mücadele yöntemlerimizi, planlarımızı tartışmaya çalışıyoruz. Ben de bu tartışma zeminine bir faydası olması umuduyla, bugün gençliğin üzerine kurulan ablukayı ve çizilen kaderi nereden başlayarak inşa ettiklerini açıklamaya çalışacağım. Önce zamanı tanımak, düşmanları hatırlamak amacıyla, genelde dünyada özelde Türkiye’de, nasıl bir durumdayız, bundan sonra ne olmasını öngörüyoruz; aklımız yettiğince ve dilimiz döndüğünce ana hatları ile bunu anlatacağım.

Bu düzenin gelişme aşamasından, yakın tarihinden çok kısa bir özetle başlayacak olursak; kapitalizm emperyalist aşamaya ulaştıktan sonra iki dünya savaşına birden yol açacak olan emperyalistler arası bir rekabet dönemini yaşadı. Bu emperyalist paylaşım savaşlarının hem sistemin ihtiyaçlarını hızlıca karşılamak hedefiyle hem de Bolşevik devrimi gibi siyaseten de yıkıcı olan sonuçlarını kontrol için İkinci Dünya Savaşı sonrası Soğuk Savaş stratejiyle, ABD önderliğinde bir politik bütünleşme dönemine geçildi.

Bu yeni dönem, yeni dünya düzeni tek kutupluydu. ABD önderliğinde, soğuk savaşın galibi Atlantikçi Batı siyasetinin, ekonomisi, ideolojisi ve kültürüyle dünyaya hâkimiyetinin önü açıldı.

Ancak yetmişlere gelindiğinde bu düzen krize girdi, seksenlerden itibaren, adına sonradan neoliberalizm diyeceğimiz başka bir ekonomi politik model geliştirilmeye başlandı. Doksanlara geldiğimizde ise Dünya’nın neredeyse tamamı kapitalizmin bu yeni işleyişinin yeni aşamasından çoktan etkilenmişti.

Bu yeni neoliberal küreselleşme dönemi kendi gibi yeni küresel üretim ve tüketim zincirleri yarattı. Ulusal, iktisadi ve siyasi bütün yapılar bu modele göre yeniden şekillendirildi. Bazı ülkeler parçalandı, bazıları devlet kapasitelerini kaybetti ama neredeyse hepsi ekonomik modelini değiştirdi. 

Yani dünya tekrar değişti. Kapitalizm, sermayenin güncel ihtiyaçlarına göre her zaman değişerek kendi sürekliliğini sağlamaya devam ediyordu ama son 40 yıldaki siyasi gelişmeler ve yeni neoliberal programla beraber dünya kendi etrafında her zamankinden hızlı dönmeye başladı. 

Bu yeni dönemde ilk adımlardan biri, yetmişlerin azalan kâr oranları sorununa çözüm için  imalat sanayini küresel güneye taşımak yönünde atıldı. Böylece, neoliberal küreselleşmenin yarattığı uluslararası yedek işgücü ordusu ve yeni küresel tedarik zincirleri yoluyla Güneydoğu Asya’dan başlayıp tüm dünyaya yayılan küresel bir fabrika kurulmuş oldu. Güneye aktarılan imalat sanayi ile birlikte; küresel kuzeyde sanayisiz, ölü bölgeler, küresel güneyde büyük ekolojik yıkımlar yaratıldı, derin yoksulluk yayıldı. Türlü yol ve iktisadi, kültürel, “hukuki” yöntemle emekçi kesimlerin siyasi temsiliyetleri değersizleştirdi, karar alıcılar üzerindeki etkileri zayıflatıldı. 

Bitmek bilmez bir kar hırsıyla kurulan bu fabrika sayesinde emekçiye düşman, sermayeye dost politikalar hızlandırıldı ve bir kısım yöneten azınlıkla sermaye grupları güçlenirken, geniş yığınlar olan emekçi kesimler emek sömürüsünün en vahşi biçimleriyle yüzleşti, gelirler düştükçe borçlar arttı ve bütün ezilen kesimler sermayeye daha bağımlı hale getirildi. 

Köylü nüfusu yok olurken devasa bir küresel yedek sanayi ordusu ortaya çıktı. Kırsalda kurulan sanayi ve lojistik merkezlerinde çalışan emekçiler giderek aşırı sağın etkisine daha açık hale geldi, bu türden dönüşümler yaşayan bazı ülkelerde milliyetçi muhafazakâr ideolojiler yoksullar arasında yayıldı ve hatta bazılarında iktidar oldu. Lisanslı ama niteliksiz, güvencesiz, sayıları ivmelenerek artan kentliler arasında da değerler etrafında bir solculuktan başka bir siyaset geliştirilemedi. Yani ekonomik olarak ele geçirilen bu kesimler, siyaseten de markaj altına alındı.

Dünyanın genelinde doğanın metalaşmasının önündeki bütün engeller kaldırıldı fakat üstüne buna bağlı olarak ortaya çıkan ekolojik yıkım bahane edilerek türlü safsatalarla bir de “yeşil kapitalizm” stratejisi geliştirildi. Bu strateji ile karbon salınımına dayalı teknolojiler tasfiye ediliyor. Yeni bağımlılık ilişkileri ve yeniden sanayileşme ile tekrar bir büyüme döngüsü yaratma planları devreye sokuldu. 

Elbette bütün bu yaşananların, sosyal ve ekonomik sonuçları oldu, bazı ülkelerin kendi bölgelerindeki siyasal ve ekonomik pozisyonları da buna göre yeniden belirlendi. Küresel tedarik zincirleri güneye yayıldıkça Türkiye, Brezilya, Hindistan gibi birbirinden farklı ölçekteki devletler, bölgesel birer güç gibi davranabilecekleri alanlar buldular ve bunu da bize “güçlü ülke” olarak pazarladılar. 

Fakat bu pozisyon değişikliğinde en önemli gelişme, esas olarak Çin gibi ülkelerin dünya siyasetindeki ağırlıklarının artması ile oldu. Piyasa dostu kalkınmacı politikaları ve farklı kapitalist kamu idaresi yöntemi ile Çin’in iktisadi açıdan güçlenmesi ile birlikte tek kutuplu sistemin rakipsizliği sarsıldı. ABD’nin Çin’e karşı ekonomik, siyasi, ideolojik ve ticari bütün önlemleri, yeşil kapitalizm gibi “atılımlarına” rağmen Rusya gibi büyük aktörlerin politikaları; belli ülkelerin de bu eski, ezber düzene mesafeli yaklaşımlarının beraberinde yaşanan çeşitli siyasi gelişmeler ile tek kutupluluk dönemi çözülmeye başladı. Bugün, ABD ve Çin Halk Cumhuriyeti arasındaki gerilimler de siyasi konjonktürde belirleyici bir konumda. 

Nihayetinde, sıkça bu hataya düşüldüğü için vurgulamak gerekiyor, etrafımızdaki dünyayı ona yön veren emperyalist düzeni ve kapitalizmin güncel gelişimini, başta özetlediğim biçimde İkinci Dünya Savaşı sonrası ABD hegemonyası altında gelişen eski düzene göre algılamak ve bugünün sorularını eskiyle cevaplamak anlamsızlaşıyor. Bu yeni düzene karşı, bizim en eski yöntemimizden yani somut durumun somut tahlilinden daha güvenilir bir aracımız yok. (Bu anlattığımız güncel durumun; egemenler açısından tek taraflı bir süreç olmadığını yani bizim tarihimizin de egemenlere direniş tarihi olduğunu hatırlatmaya gerek yok. Ancak hala yenilgilerimizden sonra yapılanların hesabını hakkıyla sorabileceğimiz şekilde kendimizi yeniden üretemedik. Arayışımız budur.)

Elbette Türkiye’nin egemen sınıfları da neoliberal küreselleşme döneminde üstüne düşen dönüşümü gerçekleştirdi ve emekçi sınıflar bu dönüşümden payını aldı. Emperyalist ülkelerin kendi ülkelerinde istemedikleri riskleri rahatça almakla övünen Türkiye Cumhuriyeti Devleti, işçi ücreti yönünden düşük maliyet kalemi cennetine dönüştü. Ucuz emek-yüksek karlılık hedefiyle küresel sermayenin ucuz işçi deposu haline geldi. Esnek, ucuz işgücü istihdamı, taşeronluk, ücretsiz izin, sarı-şirket sendikalar vb türlü uygulamalar ve en aşağılık baskı politikaları ile emek sömürüsü “hayatta kalmanın bir tık üstündeki her şeyi” kapsadı. Bu düzenlemeler, 20 yıllık AKP iktidarının bu ekonomik programı kurumsallaştıran adımları, baskı ve saldırısı ile beraber; bugün geldiğimiz noktada dört yanımız kuşatılmış durumda.

Ve yine, yeniden seçim geliyor. 

AKP bundan 20 yıl önce o dönemin çatlaklarından ve çalkantılarından yararlanarak iktidara geldi. 2001 ekonomik krizinden Kemal Derviş programının önderliğinde çıkarak kimi dönem liberal, son yıllarımızı da kapsayan hatırı sayılır bir dönem boyunca da otoriter yöntemlerle sermaye devletinin yürütme erki görevini yerine getirdi. Anlatmaya çalıştığım bu yeni dünyada egemen sınıflar içinde bunca yıldır yüksek oranda rıza üretti ve krizli anlarda da sermayenin güvenliği için halka açıkça saldırdı.

Şimdi ise AKP;  aldığı siyasi kararlar, yönetim tarzı, ideolojisi ve ortaya çıkan derin yoksulluk sebebiyle ücretli emekçiler ve gençler başta olmak üzere artık halkın önemli bir bölümünde rıza üretmekte sorunlar yaşıyor. Sermaye düzeni sürekliliği için kendisine oldukça pahalıya patlayan bu baskı, zor politikaları yerine esas olarak rızaya ihtiyaç duyuyor. 

Bu durum hem meselenin yalnız başına ve soyutlanmış şekilde bir otorite-demokrasi sorunu değil, neoliberal düzenin ihtiyaçları meselesi olduğunu ortaya koyuyor hem de AKP’nin seçim öncesi dönem stratejisini belirliyor. 

Gençler için atılan bazı adımlar; KYK yurtlarında, KYK kredi ve burs konusunda, üniversitede ve işçi tabanında süren mücadele deneyimlerimiz bu dönemin “örgütlüğü parçala, tabanı yakala” stratejisi ile geçirileceğini gösteriyor. Görünüyor ki bu dönemde Erdoğan uzlaşabildiği taleplerin bir kısmını, talep edildiği için değil lütfettiği için gerçekleştirdiği edasıyla ve tabanda bir karşılık bulmak arayışıyla karşılayacak ancak bu vesile ile aynı anda, taleplerin toplumsal alanda karşılık bulmasını sağlayan örgütlü güçleri ve başta HDP olmak üzere bütün siyasal muhaliflerini parçalamaya yönelen bir politika yürütecek. Dayanışma da toplumsallaşma da alternatif de direniş de bu denklemler için aranmalı. Bir güç olmak için olanaklar ve riskler bu güncel durum içinde saptanmalı, imkansızlıklar buralarda mümkün hale getirilmeli.

Rıza üretmede eski maharetini yitiren AKP, esas olarak rızaya ihtiyaç duyan sermaye düzeni için özellikle son birkaç yılda soru işareti haline geldiği dönemler yaşadı. Alternatifsiz kalmak istemeyen sermaye sınıfı, Millet İttifakı’nda yeni bir seçenek aramaya ve hatta yaratmaya koyuldu. 

İşte bu noktada, en baştan, Cumhur ve Millet İttifakının aynı kaynaktan yükselen ve topluma temelde aynı projeyi vaat eden iki güç olduğunu söylemek gerekiyor. 

Bunu söylemekten çekinmiyoruz ama elbette “kim seçilirse seçilsin” gibi kaba bir yorum getirmiyoruz. Egemen sınıf açısından farksız oldukları için ve şartlar şu an olduğu gibi kaldığı sürece, Haziran 2023’te de hala her iki yöne de gidebilir bu seçimde 20 yıllık AKP iktidarının son bulmasını, Erdoğan’ın ve Cumhur İttifakı’nın yenilmesini elbette önemli görüyoruz. Yalnız başkanlık düzeyinde değil, Meclis’te de halkın talep ve ihtiyaçlarından yana tavır gösteren vekillerin artmasını olumlu buluyor ve özel olarak bütün baskılara rağmen Kürt halkının iradesinin, meşru temsilcilerinin bir kez daha arkasında durulmasını ayrıca önemsiyoruz. Ancak bu hengame içinde esas işimizi, esas odaklanmamızı kaybedemeyiz. Gücümüz oranında buralara müdahale edebiliriz ancak olduğumuzdan daha güçlüymüşüz gibi gösteriş yapamayız, içinde bulunduğumuz kesimleri seçim odaklı mevzularla üstelik manipülatif biçimde oyalayamayız. En azından uzun menzilli emeğimizi buraya yoğunlaştıramayız.

Gerçekleri anlatmak ilk görevimiz. Açık gerçek ortada: Bu dönemde ne anlatırlarsa anlatsınlar, gerçekte Millet de Cumhur da bize aynı sömürü düzeninin başka biçimlerini vadediyor. Her iki seçenek de bütün kaynaklarımızın tamamının OSB’ler için yok edileceği bir ülke vadediyor. Her iki seçenek de bize daha düşük ücrete, daha güvencesiz, ölüm riskiyle çalışmaya mahkum olduğumu bir gelecek vaadediyor. Her iki seçenek de 300 dolar bandındaki asgari ücret için “Hayatınızı heba edin!” diyor. 

TÜSİAD, MÜSİAD, Cumhur ve Millet ittifaklarının sahip oldukları aynı meslek liseleri programı, gençler ve hatta çocuklar üzerindeki ortak neoliberal köleleştirme planlarını, aralarındaki işbirliğini iyi bir örnekle olarak ortaya koyuyor. 

Özetle, hiçbiri bize bir gelecek vaad etmiyor. Bunu en iyi “esnaf kurye” modeli ile manipüle edilmiş bir çalışma biçimine mecbur, karda teslimat yapmaya çalışırken ölen, 20’li yaşlarında, çoğu üniversiteden mezun kurye arkadaşlarımızdan biliyoruz. Bunu, 15 yaşında Organize Sanayi Bölgesi’nin ortasındaki sözde lisesinde, ya da taşrada bir fabrikanın dibine açılan meslek yüksek okullarında, patrona bedava zorunlu stajyerlik yaparken ölen kardeşlerimizden biliyoruz. Bunu borçlanmış, bütün aile birikimleri yağmalanmış, yine de sokakta kaldığı için üniversite okuyamamış, madene girmiş ve hiçbir önlem alınamadığı için yanarak ölmüş, yaşı bu yazıyı okuyanların muhtemelen çoğundan küçük maden işçilerinden biliyoruz. 

Bugün yaşadığımız geleceksizliğin kurucu politikaları özetle bunlar. Bütün bu anlattıklarım sonucunda geleceksiz, diplomalı ama işsiz, üniversiteli ama işçiyiz. Yasaklarla dolu bir hayata mecbur edildik. Buradan kurtuluşun da bu büyük resmin bilgisiyle ve gerektirdikleriyle hareket etmekten geçtiğini düşünüyoruz.

Biz AKP’den öncesini yaşamamış bir nesiliz. Bütün bunları siyasi bir tespit olsun, kenarda dursun diye anlatmıyoruz. Şu zaman devrim yaparız, şunu yaparsak kesin olur da demiyoruz. Birlikte bir mücadele programı geliştirmek istiyoruz. Gençlik Konferansı’nı da bu mücadele programının yakın dönemli çalışmalarını somutlaştırmak üzere organize ettik. (Kararlar yakın zamanda duyurulacak)

Ama emin olduğumuz tek bir şey var. Geçen sene, o ilk gece #barınamıyoruz diyerek sokakta yatan 20 genç, 20’den binlere ulaştılar. Bu sadece tek ve basit bir örnek. Bir de onlarca gencin her birine güvenen onlarca gencin daha olduğu bir ağ yaratabildiğimizi düşünün, Türkiye’yi yerinden sallarız. En azından kendi hayatlarımızın neye benzeyeceğine ancak bu şekilde kendimiz karar veririz. Birlikte düşeriz, kalkarız, bir daha deneriz. Yine de geleceğimizi düşmanlarımız değil, biz inşa ederiz. Bizim yıllardır uykumuz kaçıyor, şimdi sıramızı uykumuzu kaçıranlara salalım.