Bir zamanlar akademide – Dr. Süreyya Algül

GK Notu: Bu yazı ilk olarak Diken‘de yayınlanmıştır. Barış Akademisyenleri’nin üniversiteden ihraç edildiği OHAL KHK’sının 5. yılında, kendisi de ihraç edilen akademisyen Dr. Süreyya Algül’ün değerlendirmelerini gençlik hareketinin de dikkatine sunmak amacıyla paylaşıyoruz.

Bugün, 686 sayılı KHK’nın beşinci yılı. Yani, bu satırların yazarının da aralarında olduğu Yıldız Teknik Üniversitesi mensubu bir grup ‘Barış Bildirisi’ imzacısı akademisyenin ‘Ağaç kabuğu yesinler‘ mantığıyla ihracının beşinci yılı. O meşum gecede diğer KHK’larda olduğu gibi birçoğu bizim gibi imzacı ve/veya Eğitim Sen’li 330 kişi daha işsiz kaldı; dahası başka işe giremesin diye fişlendi, ekmeğini yurt dışında da kazanamasın diye kendisinin ve hatta eş ve çocuklarının pasaportu iptal edildi. Yetmedi, yine birçoğu hakkında yıllarca sürecek davalar açıldı -sonradan Anayasa Mahkemesi (AYM) kararıyla bozulsa da- ceza alanlar ve hapse girenler dahi oldu.

KHK’lar üzerine bugüne kadar çok şey yazıldı ve yazılacak. Ama daha o günlerde bugünkü kadar aşikâr olan şey, akademideki meslektaşların kahir ekseriyetinin, fikir ve kanaat özgürlüğünün yanısıra akademik özgürlüğünü kullanan imzacı meslektaşlarının ihracına derin bir sessizlikle kayıtsız kaldığı gerçeğiydi. Nihayet aslında bu kendi özgürlüklerinden de neredeyse ölümcül düzeyde feragat etmek anlamına gelmekteydi. Ama malum, bu ne ilk ne de son feragat haliydi. Zira öğrenci hareketi ve odağında araştırma görevlilerinin olduğu güvencesizleştirme karşıtı 50d eylemleri bir yana bırakılırsa, 1980 sonrası akademi zümresinin macerası pekâlâ ağırlıklı olarak, sağ iktidarların büyüklü küçüklü hemen her saldırısında fazla direnmeden haklarından, hukuklarından feragat etme ve böylece varolma tarihi olarak da okunabilir. Ama şüphesiz bu sonuncusu, hem saldırının ülke çapındaki siyasi hedefine koşut olarak tasfiyenin ve hem de kalanlardan beklenen feragatin büyüklüğü açısından söz konusu tarihin en önemli halkalarından biri olmaya fazlasıyla aday. Yalnız bu noktada unutulmaması gereken husus, Barış Bildirisi bahane edilerek yapılan saldırıdan çok önce, sağcı/İslamcı AKP iktidarının yeni rejimin tesisinin önemli bir merhalesi olarak akademiyi zapturapt altına almak üzere harekete geçmiş olduğu gerçeği.

Bu yazının muradı da aynı gerçeğin ışığında YTÜ Siyaset Bilimi Kürsüsü özelinde tasfiyenin öyküsünü anlatmak, belki tarihe küçük bir not düşmek. Dolayısıyla söylemeden olmaz; söz konusu zapturapt altına alma siyaseti, bu siyasette canı gönülden rol alanlar veya ikbal ve konforları için sessiz kalarak zımni olarak onay verenler olmadan başarıya ulaşmayacağı için eski meslektaşlara kamusal düzeyde bir selam vermek de kaçınılmaz! Bu son husus ister istemez yazıya ‘hırçın‘ bir üslup katıyor olabilir ama elden bir şey gelmez. Zira örneğin bir gün helalleşilecekse bile bunun uysallıktan geçtiğini hiç sanmıyorum. Ya da ‘Adaletsizliğin sorumlularına fazla bulaşmayan, dolayısıyla da suya sabuna dokunmayan yazılarda gereksiz bir küçük burjuva ahlakı seziyorum ve buna dayanamıyorum’ mu demeliyim?

Geçmiş zaman kiplerine giriş 

Sonuç olarak açık konuşmak zorundayım. Zaten bizim bölümün iletişim kültürünün temelinde de açık ve ilkeli konuşmak yatardı. Nitekim YTÜ İİBF’nin iyi bir bölümüyken neredeyse tasfiyesi de -son dönemdeki yönetimi haricinde- bölümün üyeleriyle, yönetim organlarıyla her zeminde açık ve ilkeli konuşmasından ve dahası uygulamalarında açık ve de ilkeli davranmasından kaynaklandı. Bu davranış tarzı, bölüm içinde de bölüm dışında da geçerliydi. Bizde, karnından konuşmak deyimine uygun konuşmalardan, davranışlardan pek hazzedilmezdi, hatta hiç hazzedilmezdi!

Bu bölümün daha kuruluşunda, kurucusu Kemâli Saybaşılı’nın temel aldığı ana ilke, akademik özgürlüğün ve bu özgürlüğe dayalı kuralların titizlikle korunmasıydı (Yeri gelmişken önemle vurgulamak gerek; bölüm başkanı olarak uygulamaları bir yana, kendi akademik yaşamına bakıldığında da söz konusu ilkenin Kemâli hoca için hiçbir şekilde süslü sözlerden ibaret, müphem bir kavram olmadığı kolayca görülür. Tek başına şu örnek bile yeter; Kemâli hoca bir 1403’lüktü. Bilenler bilir; 12 Eylül faşizminin 1402 sayılı Kanun’la kendisi için sakıncalı gördüğü memurları ve akademisyenleri görevden ihraç etmesi üzerine, meslektaşlarının bu şekilde atılmasını protesto ederek rejimin hışmına uğramak ve yaşamının bundan sonrası için de ağır bedeller ödemek pahasına istifa edenler, 1403’lükler olarak anılır. Kısacası bugün saygı, sevgi ve rahmetle andığımız Kemâli hoca, savunduğu ilkeleri fırtınalı zamanlarda dahi hayatının pusulası olarak korumayı bilmiş kıymetli bir bilim insanıydı).

Kurucu bölüm başkanı olarak Saybaşılı’nın temelde yukarıda sözü geçen ilke çerçevesinde pratiğe geçirdiği ve ardından gelen Aykut Polatoğlu, Fulya Atacan ve Gencer Özcan tarafından yıllar yılı özenle korunup geliştirilerek yerleşik hale getirilen somut uygulamalar bu açıdan önemliydi. Örneğin;

  • Ana bilim başkanlığından, bölüm başkanlığına kadar tüm yönetim organlarında seçim esastı. Araştırma görevlilerinin de katılımıyla gerek ana bilim dalı başkanları ve gerekse bölüm başkanı seçimle belirlenirdi. Kendileri de seçimle gelmiş ana bilim dalı başkanları bölüm kurulunda seçilen müstakbel bölüm başkanını mevzuat nedeniyle atama için dekana önerirdi.
  • Bölüm kurullarına her zaman katılan araştırma görevlileri o kurullarda gündeme gelen her akademik meselede konuşma hakkını haizdi ve bu hakkı kullanırdı da. Dolayısıyla kurullarda fikir ve argümanlar konuşurdu, unvanlar değil! Araştırma görevlileri kimsenin asistanı değildi, dolayısıyla hiç kimsenin akademik ya da -birçok bölümde olduğu üzere- özel işini yapmazdı. Onlara kâğıt okutulamaz, çanta taşıtılamaz, misafir ağırlatılamaz, çay yaptırılamazdı, meslektaş muamelesi yapılırdı. Ama bu durum, dileyen araştırma görevlisinin ilgi duyduğu bir alanda uzmanlaşmış bir hocayla yakın akademik çalışma içine girmesine engel değildi. Mesele, her hocaya deyim yerindeyse bir asistan tahsis edilip dilediği gibi kullanmasının önüne geçmekti. Mesele, akademik hiyerarşinin zaten en alt basamağında olan araştırma görevlilerinin sömürülmesinin engellenmesiydi. Bölümün her asistana yüklediği temel görev, lisansüstü eğitimlerini tamamlaması ve uzmanlaştığı alanda çalışmak ve ders vermek üzere öğretim üyesi kadrosuna bir an önce katılmasıydı.
  • Yalnızca kurulların işleyişi değil, kadro planlamasından, derslerin planlanmasına kadar bölümü ilgilendiren her konu akademik kurulda müzakereye tabiydi. Elbette bölümde her şey güllük gülistanlık değildi ve sıklıkla ortaya çıkan sorunlar müzakerelerde de bazen sert tartışmaların yaşanmasına da neden olurdu. Ama deyim yerindeyse tansiyonun yükselmesinin eşyanın tabiatı kabilinden bir durum olduğu bilinir, müzakereler ve hatta zaman zaman çatışmalarda meşru ve medeni sınırlar içinde kalınmasına bölüm üyelerince riayet edilmeye çalışılırdı. Nihayetinde sorunların kişiselleştirilmemesi ve unvan farkı gözetilmeksizin karşılıklı saygı esastı ve dahası zorunlu olmamasına rağmen sevgi de hiç mi hiç eksik değildi.

Haksızlığın, hukuksuzluğun, ilkesizliğin Yıldız’ları üzerine

Peki yukarıdaki ilke ve değerlere rağmen ne olmuştur da Yıldız SBU’da sonu tasfiyeyle biten yol döşenebilmiştir?

Esasen olan, artık hemen herkesçe az çok bilinen nedenlerle 2010-11 ve özellikle de 2013’teki Gezi sonrasında hızla otoriterliğe yönelen siyasal iktidarın kendisine uygun rejimi kökleştirmek üzere akademiyi de sindirmek için harekete geçmesiyle ilgili. Önceki iktidarların da elbette çok demokrat olduğu söylenemez ama otoriter bir iktidarın inşası için üniversitelerde de ancak 12 Eylül dönemiyle kıyaslanabilecek otokrat heveslileri -doğrusu çok da aranmadan- bulunmuş, peydah edilmiştir. Giderek ülkede neredeyse her yaşam alanına bir otokratın düşmesi gibi, otokrat rektörleri, otokrat dekanlar, onları da otokrat bölüm ve ana bilim başkanlarının türemesi izlemiştir.

Bizim örneğimizde de süreç, esas olarak İsmail Yüksek’in rektör olmasıyla ve özellikle de akademik ilke ve teamüllere tümüyle aykırı biçimde bölüme tepeden iki öğretim üyesi atamasıyla başlamıştır. Bölüm kurulunun görüşünü dikkate alan dönemin bölüm başkanının bu atamalara karşı çıkması ve dahası elindeki tek ve meşru direnme aracı olarak hukuka başvurmasına İsmail beyin cevabı tahmin edilebilir, zira Türkiye üniversitelerinde pey yaygındır; haksız, hukuksuz ve ilkesiz bir tutumla bölüme mümkün olduğunca kadro vermemek, hele doktoralarını bitiren araştırma görevlilerine hiç kadro vermemek! 

Bay Yüksek, öylesine yüksek bir husumetle hareket etmiştir ki 2008’de doktorasını bitiren ve bir süre sonra da doçent olan arkadaşımız dahi araştırma görevlisi olarak çalışmaya devam etmek zorunda kalmıştır. Dahası bu arkadaşımız ve son KHK ile atılmasalar doçentlik sınavına girecek iki kişiyle birlikte doktoralı yedi arkadaşımıza çoktan hak ettiği Yrd. Doç. kadrosunu da vermemiştir. Üstelik zamanla, bölümün doktoralı olanlar dahil tüm araştırma görevlileri, rektörün keyfi uygulamalarını ve de dışardan atamalarını dehşetengiz bir konformizmle kabullenen ve böylece Yrd. Doç kadrolarını kolayca alan diğer bölümlerin sınavlarını yapan görevlilere dönüştürülmüştür. Öyle ki yıllar sonra, zamanında lisans düzeyindeyken gözetmenlikleri yapılan yeni Yrd. Doç. eski öğrencilerin derslerinin sınavlarına dahi gözetmen olarak girilir olmuştur. Bu arada aynı süreçte, 2005’ten beri her yıl bölümün kurucusu Kemali Saybaşılı anısına düzenlenenler dahil olmak üzere etkinlikler, konu ve konuklarının ‘sakıncalı‘ bulunması nedeniyle son dönemlerde engellenmeye çalışılmıştır. Tabii mevzuat halihazırda 12 Eylül artığı olduğundan işi kitabına uydurmak da doğrusu küçük otokrat heveslimiz için hiç de zor olmamıştır. 

Ancak yukarıda da belirtildiği gibi böyle zamanlarda ortaya çıkan tipik bir başka durum olarak her otokrat heveslisi aynı zamanda kendi altında yeni otokrat adaylarına ve bu adaylığa layık olmak için yarışan oportünistlere ihtiyaç duyar. Bizde de maalesef olan budur. 

Önce, kendi ana bilim dalındaki tek profesör olduğu için uluslararası ilişkiler ana bilim dalı başkanlığına, daha sonra da bölüm başkanlığına seçilen Nurşin Ateşoğlu Güney, sonraki dönemde bölüm kurulunda bir başkası seçilmesine ve kendisi rakamla ‘0‘, yazıyla ‘sıfır‘ oy almasına rağmen, yukarılarla görüştüğünü de belirterek, ana bilim dalı başkanı olarak bölümün iradesini çiğnemiş ve dekana kendi ismini önererek yeniden bölüm başkanı olarak ‘atanmış‘tır. Aynı zat -ki kendisi sonradan Saray danışmanlarından biri olacaktır- bir sonraki bölüm kurulunda ortada bölüm filan görmediğini iddia ederken, görmediği bölümün başkanlığına sıfır oyla atanmasındaki çelişkiyi içine sindirebilmiş, dahası kendisini bölümün geçmiş teamül ve gelenekleriyle bağlı görmediğini de açıkça söylemekten geri durmamıştır. 

Artık bundan sonraki süreç başka alanlardaki muadillerine benzer tipik bir yozlaşma örneğidir denebilir; özellikle yeni alınan araştırma görevlilerine her türlü angaryanın yüklenmesi, bölüm kurulunun keyfi olarak toplanmaması, toplandığında da araştırma görevlilerinin dışlanmaya çalışılması, başta araştırma görevlileri olmak üzere, bölümün üyelerinin hak ve hukuklarının hiçbir şekilde gözetilmemesi vs. vs.

Acı tecrübelerle dolu bir final

Yukarıda sözü edilen sürecin finali ise bölümdeki 17 akademisyenin Barış Bildirisi’ne imza atmasıyla yaşanmıştır ve bizler için yine acı tecrübelerle doludur. 

Öncelikle diğer bölümler ve diğer üniversitelerdeki imzacı arkadaşlara olduğu gibi bize de idari soruşturmalar açılmıştır. Ancak bu soruşturmalar için öncelikle hukuk dışı nitelemesini dahi adeta kifayetsiz kılan bir garabetten söz etmek gerek; soruşturmaların hukuki dayanağı olan disiplin yönetmeliği AYM tarafından bize açılan soruşturmalardan çok önce bir başka dava nedeniyle iptal edilmişti. Üstelik AYM iptal gerekçesi olarak, akademisyenlerin ifade özgürlüğünün yaptıkları iş nedeniyle 657’ye bağlı memurların tabi olduğu sınırlamalar üzerinden değerlendirilemeyeceğini, çok daha geniş bir ifade özgürlüğü alanına sahip olmaları gerektiğini vurgulamıştı. Ama ne gam! Yüksek rektörümüz, olmayan bir disiplin yönetmeliği üzerinden yine olmaması gereken bir soruşturma komisyonu kurdurabildi ve açılamaması gereken soruşturmayı da açtırdı. Üstelik kendisinden sonra gelen yeni rektör Bahri Şahin de seçim döneminde oylarımıza talip olduğunda Barış Bildirisi’ni akademik özgürlük çerçevesi içinde gördüğünü buyurduğu halde 15 Temmuz sonrasında soruşturma evrakını olduğu gibi çabucak YÖK’e gönderiverdi. Dahası ihraç edileceğimiz duyumları üzerine işin aslını doğrudan kendisine sorduğumuzda, bugün değilse de bir gün mutlaka kendisinin de utanç duyacağı trajikomik bir nutuk atmaya girişti; özetle, “Bugünler geçer gider, hayatta böyle şeyler olur”du. Ama kendisine hatırlatılan küçük bir ayrıntıyı atlamıştı; sözünü ettiği hayat onun değil bizim hayatımızdı! Bu arada bizimle aynı fakülteden olan Cemal Zehir adlı ‘akademisyenin‘ soruşturmalardan çok önce sosyal medyada hain olduğumuzu, kamu görevinden derhal uzaklaştırılmamız gerektiğini ilan ettiğini, böylece ihsas-ı reyde bulunduğunu, yine de itirazımıza rağmen soruşturma komisyonu başkanı olarak atandığını söylediğimizde Bahri bey şöyle bir şaşırmış göründü, ama hepsi o kadar!

Bir trajikomik görüşmeyi de dönemin fakülte dekanı Kenan Aydın ile yaşadık; kendisine de aynı nedenle, ihraç edileceğimize dair söylentinin doğru olup olmadığını sormak için gitmiştik. Kenan bey üzüntülü bir ifadeyle söze, “Bize hiç yardımcı olmadınız” diyerek başladı. Neyi kastettiğini sorduğumuzdaysa, “Mesela‘İmza metnini anlamamışım’ ya da ‘Okumamışım’, deyip imzanızı çekseydiniz bize çok yardımcı olurdunuz” deyiverdi. Verilmesi gereken cevap belliydi; istediği şeyin aptala yatarak akademik kariyerimiz uğruna onurumuzu çiğnememiz olduğunu söyledik. Benzer birkaç diyalogdan sonra çıkmak üzere kapıya yöneldiğimizde dekan bey de kapıya kadar eşlik etti ve çıkarken “Yok, her şey bir yana sizler çok onurlu insanlarsınız” diyerek bizi uğurladı. En azından bir konuda mutabık sayılırdık; bu olayda onur meselesinin sorunlu tarafında duran bizler değildik. Yalnız hakkını yemeyeyim, atıldıktan sonra odalarımızda eşyalarımızı toplarken Kenan bey elinde çiçeğiyle bölüme gelerek bizimle vedalaşacak kadar nazik, medeni bir tavır göstermesini de bildi doğrusu, sağolsun.

Bütün bunlar olurken bölüm başkanı Nurşin hanımın hakkımıza hukukumuza sahip çıkmasını elbette hiç beklemedik. Zaten kendisi KHK’yla atılacağımızın belli olmasının ardından bölüm içinde yapılan ve bizim inisiyatifimiz dışında gelişen gayet mütevazı bir dayanışma çağrısına tez canlılıkla, “Bu mailler bölüm yönetiminin bilgisi dışındadır ve içeriği paylaşılmamaktadır” diyerek beklediğimiz tepkiyi hemen göstermişti. Şaşırmadık, üzülmedik ve hatta kızmadık bile. Ne de olsa hepimiz, 0 rakamının matematiktekinden öte anlamlarını da yeterince haizdik!

Ama işte bizim için acı olan, bölümdeki ve fakültedeki diğer birçok meslektaşımızın amasız, fakatsız bizlerin -ve aslında kendilerinin- akademik özgürlüğünü ve dahası fikir özgürlüğünü savunmaması. Örneğin bu meslektaşlarımızdan biri vatansever olduğumuzu bize adeta lütfedip buna karşılık gaflet içinde bulunduğumuzu söyleyerek güya bizi korurken; bir diğeri de fikir özgürlüğümüzü teslim etmekle birlikte, ‘bölgeye gittiğinde devletin ne kadar da gerekli olduğunu anladığını‘ atılmamızdan önceki son bir ders olarak bize vermeyi ihmal etmedi. Bu pek ufuk açıcı dersi(!) veren meslektaşımızın aynı zamanda bölüme rektör tarafından tepeden atanan iki isimden birisi ve ayrıca Haziran 2015 seçimlerinde AKP’nin milletvekili adaylarından olması elbette sadece tesadüftü. Ve elbette, bu dersi vermesindeki asıl amacın kendi aldığı pozisyonu duyurma telaşıyla hiçbir ilişkisi yoktu(!)

Bilmelerine rağmen susuyorlar

Bize kayıtsız kalarak hayatlarını mutlu mesut sürdüren, yalnızca ikballeriyle ilgili olanları da geçelim, onlar zaten ‘yeni Türkiye’nin‘ akademisyenleri, akademi adına paylaştığımız bir ortak payda da yok zaten onlarla.  Ama bir grup daha var ki herhalde bizleri en çok üzen, yüreğimizi en çok acıtanlar -ve sayıca belki de en kalabalık grup- onlar; suçsuzluğumuz ne kelime, mağdur olduğumuzun da farkındalar. Hatta aslında sadece bir suça karşı çıkmadığımızı, aynı zamanda onların da akademik özgürlüğünü, fikir özgürlülüğünü savunduğumuzu gayet iyi anlıyorlar! Üstelik içlerinden bazıları, karşılaştığımızda söylüyorlar da bunu. Ama yine de susuyorlar; kimileri süslü sözlerin arkasına gizlenerek, ‘Tavşan korktuğu için kaçmaz, kaçtığı için korkar‘ durumuyla yüzleşmekten kaçınarak susuyor, kimileri ne kadar da acı çektiğini, bizim için ne kadar da üzüldüğünü mahcup selamlaşmalarda göstererek susuyor. Kimileri de “Merak etmeyin döneceksiniz bir gün” deyip aklı sıra moral vererek vicdanını temizlemeye çalışarak susuyor! Örneğin bu gruba, “Aman çok sağolun, lütfettiniz” mi deseydik? Ya da “Seyirci kalmanızın da katkısıyla çalınan, gasp edilen hayatlarımız size başlangıç noktasına kolayca döneceğimiz, sizinle olanlar da dahil, yaşadıklarımızı kolayca yok sayacağımız basit bir dairesel süreçmiş gibi mi görünüyor” diye mi sorsaydık? Sormadık, sormuyoruz çünkü ne yazık ki nihayetinde onlar da ikbal için değilse bile konforlu hayatlarından olmamak için diğerleriyle birlikte susuyorlar! Kendilerini, veremedikleri her insanlık sınavında başka bir şeye dönüştürmekte olduklarını içten içe bilmelerine rağmen susuyorlar, yazık! 

Üzücü, acıklı ve ibret verici…