Black Mirror: Bandersnatch ve “özgür irade” – Fikri Buber

Özgür irade sorunu bu zamana kadar çoğu zaman filozofların alanına dair bir sorun olmakla birlikte sosyolojinin ve siyaset biliminin bir konusu olarak da tartışıldı. Her felsefi, sosyolojik ve de politik bakış kendince bu soruna çeşitli cevaplar üretti veya tasarladı. Determinist bir bakış açısıyla kimi özgür iradenin varlığını reddederken, kimileriyse insana özgür iradesiyle eyleyebilen bir özne rolü verdi. Bazı bakış açılarıysa yapının belirlenimciliği içerisinde kısmi bir otonomi atfetti insana. Nereden bakarsak bakalım her bir bakış açısı kendi ideolojisini-politiğini üretti diyebiliriz.

Modern kapitalist formasyonun ideolojik bakışı ise insana “doğalında” bir özgürlük atfetti. Tarihsel ya da toplumsal bir ilişkisellikten çok evrensel niteliği sahip bir özne olarak insan, doğduğunda özgür doğuyordu ve eylemlerini tamamen kendi özgür iradesiyle şekillendiriyordu. Kendi kaderini yaratma erkine sahip insan, yani modern birey, doğası gereği kendi çıkarını maksimize etmenin peşinde koşarken bu eylemini gerçekleştirmesinin önüne ket vuracak herhangi bir belirlenim ilişkisi olmamalıydı. Kapitalizmin her türlü girişim ve bu girişimi realize edecek bireyler için olanak açma kudretine sahip olması sebebiyle özgür iradeli bireyler piyasaya özgürce ve eşit bir şekilde katılabileceklerdi. Tam da bu yüzden değil miydi kapitalizmin ‘”insan doğası” için en iyi, en uygun sistem olması?

Burada elbette varsayılan bir bireyden bahsediyoruz. Uzun uzadıya girmeden şöyle söyleyebiliriz: Liberalizmin bu soyut evrensel öznesi olan insan Marksist, feminist ve anti-kolonyal eleştirilerin açığa çıkardığı üzere mülk sahibi, Batılı beyaz erkektir. Özgürlük sadece ona ait bir değer kılınmıştır ve onun özgürlüğü de bir toplumsal ilişki olarak başkalarının özgürlükten yoksunluğuna dayanır. Bauman’ın işaret ettiği üzere “Birinin özgür olabilmesi için en az iki kişi gerekir. Özgürlük sosyal bir ilişkiye, toplumsal koşullarda bir asimetriye işaret eder; o, esasen, toplumsal ayrımı gösterir yani toplumsal bölünmeyi varsayar ve gerektirir.” Sınıfsal, cinsiyet temelli veya ırk ayrımına (yahut başka bir toplumsal ilişkisellikte başka toplumsal güç asimetrilerine) dayalı bir toplumsal ilişki (sonuç olarak bir şeyi yapma ya da yapmama/bir kısıta tabi olma ya da olmama ayrıcalığı)  olmadan kapitalizmin varsaydığı modern birey özgür iradesini realize edemez. Bu anlamlarıyla özgürlük ve özgür irade, her biri de tarihsel olan toplumsal ilişkiselliklerde şekillenir, gerçekleşir diyebiliriz. Özgürlük ve özgür irade bu anlamda bir ayrıcalık konumu problematiğidir. Oysa bugün neoliberalizmin kaynak aldığı “girişimci birey” halen daha bu soyut insan varsayımına dayanır, her ne kadar bunun sınırları genişlemişse de özü aynıdır.

Black Mirror serisinin en son yayını olan Bandersnatch’in de odaklandığı konulardan birisi özgür irade sorunu ve yukarıdaki tartışmalara dair de akıllara sorular atabiliyor. Film 1984 yılında geçiyor ve temelde Jerome F. Davies isimli bir yazarın Bandersnatch isimli bir kitabını (kitap da tıpkı film gibi ve Stefan’ın yapmaya çalıştığı video oyun gibi “kendi maceranı/hikayeni kendin yarat/seç” türünde) video oyununa dönüştürmeye çalışan Stefan’ın hikayesi üzerinden ilerliyor. Film boyunca başkarakterimiz Stefan’ın belli tercihlerine biz izleyiciler olarak karar veriyoruz ve hikayeyi biz kuruyoruz ya da öyle sanıyoruz. Bu noktada bizim özgür irademiz tam da bu ayrıcalıklı konumumuz itibariyle gerçekleşmiş oluyor. Biz Stefan’ın tercihlerini yönlendirme konumunda olduğumuz (Netflix’e ulaşabilme ayrıcalığımız olduğu) için “özgürüz.” Tam da Bauman’ın panoptikon örneğinden yola çıkarak bahsettiği gibi: “Görülmeden görme, denetçileri, denetledikleri mahkumlar karşısında özgür yapar. Bu durumda denetçinin özgürlüğü, mahkumların yaptığı ya da dilediğinden bağımsız hareket edişine ve mahkumlara kendi iradesinin nesneleri gibi davranabilme yetisine, yani mahkumların eylemlerini etkileme ve değiştirme, davranışlarının belirleyicisi olarak onların iradelerinin yerine kendi iradesini koyabilme yetisine dayanır. Onlardan bağımsızlık ve onlar üzerindeki hakimiyetin kombinasyonu denetçilerin mahkumlar karşısındaki özgürlüğünü oluşturur.” İzleyiciler olarak biz, görülmeden gören gözleriz, Stefan’ın (kurguya mahkum) kaderini çizebilme yetisine sahibiz ve bu kurgusal karakterle ilişkimiz bizim özgür irademizle şekillendirdiğimiz, yön verdiğimiz bir ilişki. Fakat bizim özgürlüğümüz de sonsuz değil.

Panoptikonda denetçiler de gözetmenler tarafından gözetlenirler ve mahkumlarla denetçilerin konumsal farklarının benzeri daha üst bir kademede yeniden üretilir. Denetçinin özgür iradesi gözetmenin konumu tarafından sınırlıdır; onun eylemlerine yön verme kapasitesi de gözetmenin özgürlük alanından kaynaklanır. Bandersnatch’de ise bu durum bizim kurgu ile kurduğumuz ilişkide gözlemlenir. Olası tercihlerimizin hepsi kurguyu kuranlar tarafından iki seçeneğe indirilmiştir ve tercihlerimiz bu iki seçenek arasında şekillenir. Dolayısıyla kurguyu kuranların özgür iradesi bizim özgürlük alanımızın kısıt duvarlarıdır. Bu durum bazen ironik bir şekilde kurgu tarafından açık da edilir: Bazı tercihlerde iki seçenek de hemen hemen birbirinin aynısıdır. Bir diğer dikkat edilesi nokta ise hikayenin mutlu sonuna ulaşmanın kritik tercih anlarında ancak belli tercihleri yapmakla gerçekleşebilmesidir. Bu anlamda mutlu son kurgusal yapının belirlenimine fazlasıyla tabidir ve aslında genel olarak bizim özgür irademizle belirlediğimiz bir hat üzerinde ilerlemez. Bu nokta bize özgür irademizin kurgunun iktidarı (kurguyu kurma ayrıcalığına sahip insanların başka kısıtlılıklara tabi özgürlükleri) karşısındaki acizliğini gösteren bir noktadır. Hikayenin biçiminin bu yapısı kendi iktidarını ifşa da etmiş olur bu şekilde, biz tanrı yanılsamasına düşmeyiz, karakterle dolayımsız bir özdeşlik kurmayız (çünkü filmi her an bir film olduğunun farkında olarak izleriz) ve filmin sonunda katartik bir etki de yaşamayız aslında.

Böylece Stefan’ın bizim tercihlerimiz doğrultusunda şekillenen ve değişen hayatı kendi içerisinde bir kapalılığa sahip olmuş olurken ve Stefan burada sıkışırken; film tarafından farkına vardırılarak biz de kurgunun dünyası içerisinde sıkışmaya başlıyoruz. Filmi ne kadar çok “oynarsanız” özgür iradenizin sınırları o kadar net bir şekilde karşınıza çıkıyor ve gittikçe daha pasif hissediyorsunuz, kalıyorsunuz.

Bizim özgür irademizi kısıtlayan bir diğer durum ise Stefan’ın bazen tercihlerimizi uygulamayı reddetmesidir. Bu, karakterin kendi “özgür iradesine” yorulabilir fakat bu karşı çıkışlar bütün kurgu içerisinde marjinal denebilecek kadar azdır ve karakterin özgür iradesi yoğunlukla bizim yönlendirmelerimizin kısıtına tabidir. Fakat yine de bu karşı koyma toplumsal ilişkilerdeki konumlarımızdan kaynaklı belirlenimlere karşı bir direniş ihtimalini bize açık bırakır.

Bu anlamlarıyla Bandersnatch biçimi itibariyle, özgür irade sorununu materyal alana dışsal veya aşkın bir belirlenim (tanrı-kader vb.) çerçevesinde değil, somut toplumsal ilişkiselliklere referansla tartıştırıyor, düşündürüyor denilebilir. Bu haliyle de toplumsal yaşamımızdaki pek çok süreçle paralellik ilişkisi kurdurmaya müsait. Düzen veya sistem içi kalan (dışının olup olmadığı elbet ayrı bir tartışma konusu) herhangi bir toplumsal eylemimizde özgürlüğümüz veya özgür irademiz toplumsal konumumuzla yakın ilişki içerisindedir ve bu alanda direniş imkanımız olsa da direnişin alanı sunulan tercihler tarafından belirlendiği için kısıtlıdır. Toplumsal özgürlüğümüze nasıl ulaşacağımızın cevabı ise “toplumsal kurguyu” kolektif bozmanın ve/veya yeniden yaratmanın araçlarına nasıl sahip olabileceğimiz üzerine düşünmekte yatıyor olabilir.